Ulusal Çıkar Mı, Ulusalcıların Çıkarı Mı?
[30 Eylül 2005 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı]
Fransızların 18. yüzyıldaki ünlü siyaset teorisyeni Jean-Jacques Rousseau'nun ortaya attığı 'genel istek' diye bir kavram vardır. Rousseau bununla bir toplumun ortak, kolektif taleplerini ifade eder. Ancak bu yüzden çok da eleştirilmiştir. Çünkü 'genel istek' çok belirsizdir ve bu nedenle toplum adına düşünüp karar verdiğini ileri süren diktatörler ya da cuntalar tarafından da tanımlanabilir. Bu nedenle denir ki, 'genel istek' tehlikelidir, çünkü kolaylıkla 'generalin isteği' haline gelebilir!..
Türkiye'de de böylesi anlamsal kaymalara dikkat etmemiz gerekiyor. Özellikle de son yılların moda deyimi olan 'ulusal çıkarlar' konusunda. Çünkü 'ulusal çıkar' denen şeyler, biraz eşilince, bir de görülüyor ki aslında 'ulusalcıların çıkarı'...
Tam bağımsızlık
Bunu görmek için, bayrak haline getirdikleri bazı kavramlara göz atmak yeterli. Örneğin dillerinden düşmeyen 'tam bağımsızlığa.'
Bağımsızlık, bir ülkenin sömürgeci bir gücün egemenliği altına girmemesi, halkının kendi geleceğini tayin hakkına sahip olması anlamlarına geldiğinde, kuşkusuz doğru ve vazgeçilmez bir ilke. Ancak eğer dışarıda demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını yücelten bir dünya varken, ona kapıları kapatıp otoriter bir devlet anlayışı ile 'baş başa kalmak' anlamına geliyorsa, toplum için hiç de iyi sonuçlar vermiyor. Öyle bir durumda, 'ne kadar bağımsızlık, o kadar insan hakkı ihlali' formülü işlemeye başlıyor.
Türkiye'ye bakıp durumu görelim. Örneğin memleketimizin yakın geçmişindeki yüzkaralarından biri olan işkenceyi ele alalım. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye'de tutuklananları 'konuşturmak' ve hatta bazı durumlarda da hapishanedekileri 'adam etmek' için onyıllardır on binlerce insana işkence yapıldı. Bu oldukça da rutin ve kanıksanmış bir uygulamaydı. Karakolları gezen insan hakları savunucuları, ikide bir, kapı arkasında unutulmuş sopalar, askılar, manyetolar buluyorlardı.
Gariplik devirleri
Bunların yaşandığı Türkiye'de başka gariplikler de vardı. Ülke vatandaşlarının önemli bir bölümünü oluşturan Kürtler yok sayılıyordu. "Ben Kürt'üm" demek, Kürtçe yayın yapmak, şarkı söylemek, hatta orta yerde konuşmak suç kapsamına giriyordu.
Öte yandan fikir özgürlüğü kısıtlıydı; hapishaneler 'fikir suçlusu'ndan geçilmiyordu. Din özgürlüğü de kısıtlıydı; ev toplantılarında Kuran-ı Kerim hatmeden nineler 'topluca ayin yapmaktan' sorguya çekiliyorlardı. (Torunları ise hâlâ muzdarip; başörtüleri yüzünden üniversiteye giremiyorlar.)
Tüm bunlar ancak 'tam bağımsızlık'tan ödün verilmeye başlandığında düzelmeye yüz tuttu. Avrupa Birliği ve uluslararası sistem kapıya dayandı ve "Vatandaşlarınıza işkence yapmayın, dillerini yasaklamayın, fikirleri ve inançları yüzünden onları cezalandırmayın" dedi. Bunu diyen dış dünyaya ne kadar 'bağımlı' hale geldiysek, demokrasi ve özgürlük yolunda o kadar ilerledik.
Zaten Türkiye'nin 1946'da demokrasiye geçmesi de, demokrasiyi ilke edinmiş Batı Bloku'na 'bağımlı' hale gelmesinin bir etkisiydi. Eğer 'tam bağımsız' olsaydık, Milli Şef'li yıllar muhtemelen sürecek, "Yeter, söz milletindir" diyeceklerin yolu kolay kolay açılmayacaktı.
Kadir-i mutlak devlet
Denebilir ki, devletin gösterdiği tüm bu sertlik ve otoriterizmin kendi şartları içinde anlaşılabilir nedenleri de vardı. Bölüne bölüne yıkılmış bir imparatorluğun elde kalan son parçasını ayakta tutabilmek için 'kadir-i mutlak devlet'in şart olduğu düşünüldü. Bu ideolojinin formüle edildiği sıralarda zaten dünyadaki genel gidişat da o yöndeydi. Sonrasında otoriterizmin sürdürülmesi, gerçekten de 'vatan bölünecek' endişesinin sonucuydu. Bölgemizin tehlikeleri veya PKK gibi kanlı terör örgütlerinin vahşeti de bu endişeyi körükledi.
Ama 'vatan bölünmesin' diye üzerindeki topluma baskı yapmak yanlıştı. Bunun yanlış olduğunun anlaşılması için de, -ki hâlâ ne kadar anlaşıldığı tartışılır - sadece içerdeki demokratların çabası yetmedi, dış dünyanın zorlaması gerekti.
Baskıya inanmak
Bugünkü 'ulusalcılar' ise, topluma baskının gerekli olduğuna hâlâ inanan veya bunu kendi çıkarları için gerekli gören kesimlerin bir koalisyonu görüntüsünde. İşin içinde Türkiye'yi liberal ekonominin getireceği rekabete kapalı tutmanın sağlayacağı ekonomik rant da var.
İşte bu koalisyon, kendisinin antitezi olan Menderes-Özal çizgisini sürdüren; yani Türkiye'yi demokratikleştiren, özgürleştiren, dış dünyaya açan, Avrupa Birliği yolunda ilerleten, liberal ekonomiye adapte eden ve tüm bunları toplumun desteğiyle gerçekleştiren AKP iktidarına büyük tepki duyuyor.
Bu koalisyonun üyelerinin çoğu, demokrasiden ise hiç hazzetmiyor. "Bize demokrasi değil cumhuriyet lazım" diye epeydir açıkça söylüyorlar zaten; Çin, Kuzey Kore veya sabık SSCB gibi demokratik olmayan cumhuriyetleri hatırlatır şekilde...
Elbette böyle düşünebilirler; demokraside buna da yer var. Ama sakın ola ki bu projelerini 'ulusal çıkar' diye tanımlamalarına aldanmayalım. 'Ulus' için, daha fazla hak ve özgürlükten iyi bir 'çıkar' yok çünkü.