İsrail Ve ABD Abbas'a Nasıl Bakıyor?
[10 Ocak 2005 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
Filistin'in liderliğine "barış yanlısı" ve "ılımlı" olarak bilinen Mahmud Abbas'ın yüksek bir oy oranıyla seçilmesi, kuşkusuz bölge için iyi bir gelişme. Ancak aşırı iyimserliğe de kapılmamak gerekiyor. Bunun bir nedeni, İsrail tarafında gerek Mahmud Abbas'a gerekse yeni bir "barış sürecine" son derece kuşkulu bakılıyor olması.
Bundan tam bir ay önce İsrail'de bu havayı bizzat solumuştum. Yahudi Devleti'nin önde gelen yetkililerinin çoğu, yeni bir barış süreci başlatabilmek için öncelikle Filistin tarafının kesin bir "şiddete son" politikası izlemesi gerektiğini söylüyordu. Bu da Filistin Yönetimi'nin Hamas ve İslami Cihad'ı, dahası El Fetih'in silahlı kanadını pasifize etmesiyle mümkün olabilirdi. Yaklaşım, özetle şöyleydi:
"Biz, 1990'larda Filistin liderliğine güvendik, onlarla el sıkıştık, Gazze ve Batı Şeria'nın büyük bölümünden çekilerek Filistin Yönetimi'nin kurulmasına izin verdik. Ama sonunda Arafat İsrail'in sunabileceği en iyi teklif olan Clinton-Barak planını reddetti ve bundan sonra da Filistinliler intihar saldırılarına başladılar. Aynı filmi bir daha görmek istemiyoruz."
Neo-Con Kuşkular
Bu yaklaşımın İsrail'de ve dahası, Atlantik'in öteki yakasında hayli güçlü olduğunu söylemek mümkün. Bu sayılanlardan ikincisi, yani Amerika, aslında belki İsrail'in kendisinden bile daha önemli. Eğer Amerika'da barış için İsrail'e baskı yapmaya niyetli bir yönetim olmuş olsa, o zaman İsrail'in buna direnmesi zor olurdu. Oysa mevcut Bush yönetiminin bu şekilde düşünmediği biliniyor. Aksine, yönetimde büyük etkisi olan "neo-conservative" (yeni-muhafazakar) kadro, İsrail'in güvenliğini riske ediyor gibi gözükecek en ufak bir tavize sıcak bakmıyor. Dahası, Abbas'a da kuşkuyla, en azından temkinle yaklaşıyorlar.
Yeni-muhafazakarların Amerikan basınındaki en önemli kalemlerinden biri olan Charles Krauthammer'ın Washington Post gazetesinde yayınlanan 7 Ocak tarihli "Arafat'ın Halefi" başlıklı yazısı, bu kuşku-temkin yaklaşımının tipik bir örneği. Krauthammer, Arafat'ın 90'lı yıllardaki Oslo Barış Süreci sırasında İsrail'le barış yapar gibi gözükürken, aslında İsrail'e karşı daha etkili bir savaşın altyapısını kurduğunu ileri sürüyor. Ona göre, Oslo Süreci, "İsrail'in ihtiharvari bir biçimde Filistin Yönetime'ne toprak bırakması"ndan ibaret.
Krauthammer, o zamanlar bunu herkese söylediğini, çünkü Arafat'ın kendi halkına o yönde konuştuğunu, ama "liberal medya"nın bunu umursamadığını ve Arafat'a güvenmeye devam ettiğini de yazıyor. Yani "o zaman Arafat'a saf saf güvenmiştiniz, bizi dinlemediniz" demeye getiriyor...
Krauthammer yazısının devamında, Mahmud Abbas'ın da bugünlerde aynı selefi Arafat gibi uluslararası düzeyde barış ve ılımlılık mesajları verdiğini, ama kendi halkına yönelik konuşmalarında "Siyonist düşman"dan söz ettiğini ve İsrail'i 1949 sınırlarına geri dödürmeye yönelik bir "zafer" sözü verdiğini söylüyor. Bu, Krauthammer'e göre, Abbas'a güvenmemek için yeterli bir neden.
Oysa Krauthammer'a şunu sormak lazım: Mahmud Abbas, "zafer" sözü vermesin de ne yapsın? Şu anda bile pek çok radikal Filistinli, ona kuşkuyla bakıyor, "sakın bu adam davayı satacak olmasın" diye düşünüyor.
Sonuçta Mahmud Abbas'ın hem Filistin davası konusunda halkının güvenini kazanması, hem de terörü reddeden ve İsrail'in var olma hakkını ve meşru sınırlarını tanıyan tanıyan çok ince bir çizgi üzerinde yürümesi gerekecek. Zor bir durum ve uluslararası topluluğun kendisine destek vermesi şart.
İsrail'in Radikalleri
Sorunun bir diğer yönü ise, İsrail'in radikalleri. Ariel Şaron hükümetinin, işgal altında Gazze Şeridi'nden çekilme kararı, radikal dincilerin tepkisini çekmeye devam ediyor. Gazze, İsrail'in Mısır sınırında Akdeniz boyunca uzanan, eni 10 km boyu da 40 km kadar olan küçücük bir yer. Ama içinde 1.2 milyondan fazla Filistinli yaşıyor. Çoğu sefalet içinde, fakirlik sınırının çok altında. (Bazı FKÖ yöneticilerinin "yolsuzluk abidesi" niteliğindeki "jakuzili villa"ları, Gazze genelinin fakr-u zarureti yanında çok sırıtıyor. Mütevazi bir hayat süren Hamas liderleri, bu nedenle Gazze'de FKÖ'den çok daha saygınlar.)
İşte kilometre başına düşen insan sayısı açısından dünyanın en kabalalık bir kaç bölgesinde olan Gazze'de, toplam 9 bin kadar da Yahudi yerleşimci yaşıyor ve İsrail hükümeti bunların güvenliğini sağlamak için 50 bine yakın asker görevlendirmiş durumda. Gazze'deki bu Yahudi varlığnı sürdürmenin hiç bir rasyonel gerekçesi yok. Bunu gören Ariel Şaron, Gazze'den tamamen çekilmeye karar verdi ve bu karar önümüzdeki yaz uygulamaya konacak.
Sözkonusu tepki, işte bu karara yönelik. Gazze'de yaşayan 9 bin yerleşimci ve onları destekleyen radikaller, "kutsal toprakları asla terk etmeyiz" diyorlar. Geçtiğimiz Perşembe günü, 30 İsrail subayı ve 4 birlik komutanı, etkili Yediot Aharonot gazetesine bir açıklama yaparak, Gazze'de veya Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim birimlerinden çekilmeyi öngören bir hükümet emrini tanımayacaklarını bildirdiler.
Bu, açıkça "isyan edeceğiz" demek. Nitekim İsrail basınının bir diğer önde gelen gazetesi Haaretz'in yazdığına göre, Batı Şeria ve Gazze Hahamlar Konseyi, bir bildiri yayınlayarak "Yerleşim birimlerinden çekilmek, Tevrat'a ve insan ahlakına aykırıdır, devlet bu konuda emir verirse, buna uyulmamalıdır" dedi. Haaretz yorumcusu Akiva Eldar ise, ABD'de hazır bekleyen binlerce koyu Yahudi (ve hatta Hıristiyan) siyonistin, Gazze'deki direnişe katılmak için hazır beklediklerini belirtiyor.
İsrail'deki şahinler, Ariel Şaron'un kendi partisinin içinde de isyan bayrağı açmış durumdalar. Dün yeni hükümet kuruluşu için gerçekleştirilen görüşmelerde, Likud içindeki onüç Knesset üyesi (milletvekili), Şaron aleyhinde oy kullandı. Gerekçe, Şaron'un Gazze'den çekilme kararı.
Kısacası fanatizm, İsrail-Filistin sorununun iki tarafında da büyük bir problem.
Hahamlar-İmamlar Zirvesi
Ancak çoğu zaman dini bir terminolojiyle ifade bu fanatizmin, dini argümanlarla da aşılması mümkün. Bir deyişle, İsrail-Filistin sorununda çoğunlukla çözümün önünde bir engel gibi görülen din, aslında çözüme katkı da bulunabilir. İsrail tarafında, "Gazze'den çıkmayız" diye tutturan hahamlar olduğu gibi, Filistin haklarını savunan son derece ılımlı çizgide hahamlar da var. Aynı şekilde Filistin tarafında da ılımlı din adamları bulunuyor.
Bu iki grup, tam da bu sıralarda Brüksel'deki Egmont Sarayı'nda önemli bir zirve gerçekleştirdi. Türk basınında pek yer bulmayan sözkonusu "İmamlar ve Hahamlar Zirvesi" başta İsrail ve Filistin olmak üzere, dünyanın farklı ülkelerinden Müslüman ve Yahudi din adamları katıldı. Her iki dinin ortak inanç ve ahlak özelliklerinin vurgulandığı zirvede, İsrail-Filistin barışının ancak dini bir boyutla mümkün olabileceği de vurgulandı.
Clinton dönemindeki Arafat-Rabin el sıkışmasında eksik olan, belki de buydu...