[28 Mart 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Tarih, sürekli “tekerrür” etmese de, kendisinden ders alabileceğimiz bazı paralellikler üretir. Son dönemde bir dizi yorumcunun dikkatini çeken bir paralellik ise, “27 Mayıs darbesi koalisyonu” ile bugünkü “Ergenekon koalisyonu” arasındaki benzerliklerdir. İlkinin ortamını, yani 1950’ler Türkiyesi’ni bir hatırlayalım. O “Yeni Türkiye”, “Yeter, Söz Milletindir!” ilkesiyle kurulmuştu. 1950 seçimleri, 25 yıllık “tek parti diktası”nı yıkmış, “Hasolar, Memolar” diye küçümsenenleri iktidara getirmişti. Dindarların, liberallerin, Kürtlerin ve tüm “göbeğini kaşıyanlar”ın desteğini alan Demokrat Parti, ülkeyi hem özgürlük hem de refahla tanıştırmış, bu sayede de üst üste üç seçim kazanmıştı.
Fakat Kemalist seçkinler, Demokrat Parti’den ve bilhassa Başbakan Menderes’ten nefret ettiler. CHP’nin yanısıra, yargının, üniversitelerin ve basının içinde saf tuttular. “Menderes gençleri kıyma yaptırıyor” gibi yalanlar yayarak “darbeye zemin” hazırladılar. Bu “darbeci propaganda”, alabildiğine ikiyüzlüydü. Menderes’i “diktatörlük”le suçlayanlar, ondan önceki çeyrek asra el koyan asıl diktatörlere toz kondurmuyordu. Dillerinden düşmeyen “irtica tehlikesi” ise, zulmettikleri dindarların hak arayışından başka bir şey değildi.
Ancak tüm bunlar, Demokrat Parti kanadında hiç bir hata yapılmadığı anlamına gelmiyordu. DP, “kurulu düzen”e karşı bayrak açan bir parti olsa da, o düzenin bazı kanun, kurum, zihniyet ve araçlarını kısmen tevarüs etmişti. Dolayısıyla, DP öncesinde altın çağını yaşayan otoriter zihniyet, çok hafiflemiş bir şekliyle de olsa, yaşadı. Ve “ aksi yöne” çevrildi.
İşte bu sorunu görenlerden biri, büyük alim Bediüzzaman Said Nursi idi. Bu yüzden de “İslâmiyet’in kahramanı olan Adnan Menderes”e yazdığı bir mektupta, “İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasisinden birisi”ni, yani “birisinin cinayetiyle, başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz” hükmünü hatırlattı ve şöyle devam etti:
“Halbuki, şimdiki siyaseti hazırada particilik taraftarlığı ile, bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahud akrabaları dahi şeni gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor .”
Yani bazı suçlular yüzünden onların çevresindeki suçsuzlar da mağdur oluyor. Bu yüzden de, o cenahta, kin, düşmanlık ve “rövanşizm” gelişiyor.
“Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi [toplumsal yaşamı] tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir” dedi, Bediüzzaman. Sonra da şu uyarıda bulundu:
“Madem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor .”
Yani “bu tehlikeli zamanda” devlet kurumlarında rol oynayan “hakikî dindarlar”a düşen, İslam’ın “adalet-i mahza” (mutlak adalet) ilkesine tutunmaktı. Darbecilere karşı sığınacakları “siper”, Makyavelizm değil, haklı davalarda haksızlık yapmamak için kılı kırk yarmaktı... “
Aradan 60 sene geçmiş; bunları bugün niye anlatıyorsun” derseniz, hemen belirteyim: bir “27 Mayıs arefesi”nde filan olduğumuzu düşünmüyorum. Öylesi lanetli devirler, çok şükür, geçmişte kaldı. Ama Bediüzzaman’ın “manevi bir sinema” ile geleceği gören bilgeliğine inanırım. Ve bugünün haklı davalarına haksızlık karışmasını hiç ama hiç istemiyorum.