[12 Ocak 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Ekranlardaki tüm diziler gibi şu tartışmalı “Muhteşem Yüzyıl”ı da izlemedim. Ama okuduklarımdan anladığım, “harem” realitesini biraz banalleştiren, tarihsel açıdan da bazı somut hatalar içeren bir dizi olduğu. İlk bölümünden tamamı için hüküm vermemek gerekse de.
Peki ama bu sebeplerden ötürü diziden hoşlanmayan, çünkü benim de büyük saygı duyduğum “Osmanlı mirası”na büyük değer veren muhafazakârlar ne yapmalı?
Seçenekler geniş. İsterlerse bizim gazeteden Ahmet Kekeç’in bilgece tavsiyesini (“izleme birader”) dinleyip, konuyu es geçebilirler.
İsterlerse de, “bu dizi yanlış bir tarih perspektifi vermektedir” deyip, Muhteşem Yüzyıl’ı kınayabilirler. Seçtikleri tarihçilerle söyleşiler yapıp “gerçek Kanuni”yi tanıtabilir, “taklitlerinden sakınınız” kampanyaları yürütebilirler. Bu arada (kimi “liberaller”in “Kurtlar Vadisi” için yapageldiği gibi) diziyi yerden yere vuran yazılar da döşenebilirler.
Fakat bütün bunlar ayrı, dizinin RTÜK tarafından yasaklanması için girişimde bulunmak apayrı. Bu ikincisine kesinlikle karşıyım.
Karşıyım, çünkü “bir şeye fikren karşı olmak” ile “onun devlet tarafından yasaklanmasını istemek” arasındaki kritik farkın bizim toplumda artık anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.
Karşıyım, çünkü bu ikinci yola, yani yasakçılığa başvurmanın, fikri ve kültürel bir acizlik olduğunu biliyorum. Muhafazakârların bunu kendilerine yakıştırmalarına da gönlüm razı gelmiyor.
Bakın, buradaki problemin çarpıcı bir örneğini Kemalistlerde görüyoruz. Ne yapıyorlar? İnsanüstü bir varlık haline getirdikleri Atatürk’ü devlet eliyle zorla sevdirmeye, ona yönelen eleştiri ve hicivleri de kanun gücüyle susturmaya çalışıyorlar. Can Dündar’ın “ Mustafa” filmine bile tahammül edemeyip, “tez yasaklansın” diye savcılara koşturuyorlar. (Aynı şeyi geçenlerde “Hür Adam” için de yaptılar.)
Yasaklama talebi Kemalistlerden gelince bunu eleştiren kimi muhafazakarların şimdi aynı yola başvurması kuşkusuz bir “çifte standart.” Son günlerde bazı yazarlar bu noktayı iyi vurguladı. Ama ben bir noktanın daha altını çizeceğim: Yasakçı zihniyetin savunduğu ideolojiyi içine düşürdüğü zihinsel fakirliğe.
Bunu yine Kemalizm’de görebiliyoruz: 80 yıldır devlet tarafından korunuyor olması, bu ideolojiyi “fikirler serbest piyasası”nın dışında tutuyor. Bu “rekabet” yoksunluğu yüzünden Kemalistler hiçbir gelişmeye ihtiyaç duymuyor, yeni bir şey öğrenmiyor, aynı sloganları tekrarlayıp duruyorlar. Ve ideolojileri giderek “fazla soru sormayanların düşüncesi” haline geliyor.
Bu düşünceden çıkan kültürel ürünler de, “Dersimiz Atatürk” gibi iman tazeleyen çocukça yapımları aşamıyor.
Eğer aynı yolu seçerlerse, muhafazakârların varacakları nokta da pek farklı olmaz. Tüm Türkiye’ye mahalle baskısı uygulamakla kalmaz, bizzat kendi dünyalarını kuraklaştırırlar. Her taşın altında ayrı bir “ CIA komplosu” keşfetmekle de bol bol vakit öldürürler.
Doğru yol, dini ve geleneksel değerleri yasaklarla korumaya çalışmak değil, onları modern dünyanın dili ve araçlarıyla yeniden ifade etmek, yeniden üretmektir.
Bu işe aklı yatmayıp yasakçılıkta diretenlere ise sormak gerekir:
Osmanlı’nın ve genel olarak İslam medeniyetinin erdemlerini anlatan kaliteli yapımlarınız oldu da, izleyen mi olmadı?
Ahmet Turan Alkan’ın Zaman’daki köşesinde isabetle sorduğu gibi, neden “Çağrı”dan başka ikinci bir “Müslüman film” çıkmadı?
Hadi diyelim ki eskiden imkan yoktu. Ama şimdi hazır “Müslüman burjuvalar” var. Böylesi kültürel işleri finanse etmek için vakıflar kursalar fena mı olur?