Özgürlük Olmadan Dindarlık Olmaz
[5 Ocak 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Dinin toplumsal hayattaki rolünü giderek daha fazla tartışıyoruz. Bazılarımız bu durumu “başımıza bunlar da mı gelecekti, nerede o eski güzel laik günler” diye hayıflanarak karşılasa da, aslında sağlıklı bir durum bu. Sağlıksız olan, önceki durumdu. Yani, dinin, ortada gözükmemesi ve lafı açılmaması gereken sakıncalı bir konu zannedildiği devirlerin vaziyetiydi.
Yeni durumdan rahatsız olan “endişeli modern”lerin bir kısmının bazen önyargılarla, hatta “siyasi ajanda”larla motive oldukları ise, mâlum. Şerif Mardin hocadan yalan-yanlış kaptıkları “mahalle baskısı” kavramını ne kadar operasyonel kullandıkları, ortada. Her dindarlık tezahüründe ve seküler hayat eleştirisinde bir “İslamcı dikta” tehlikesi gören bu bağnaz laik koroya itibar etmek için çok saf olmak lazım.
Ancak tüm bunlar, son dönemde “muhafazakâr” terimiyle de ifade edilir hale gelen geleneksel dindar kesimlerin hiç eleştiriye ihtiyaç duymadığı, “muhafazakâr mahalle”de hiç bir baskıcı zihniyet sorunu olmadığı anlamına gelmiyor.
Var olan sorunlar karşısında, “karşı tarafın eline koz vermeyelim” diye suskun kalmak da hiç bir doğru ilkeye oturmuyor.
O nedenle şunu söyleyeyim: Konu “din özgürlüğü” (mesela başörtü hürriyeti) olduğunda özgürlük kavramına büyük değer atfeden geleneksel dindarların, “dinden özgürlük” kavramına da alışmaya başlaması gerek.
Bu ikincisinden kasıt, dinin sınırlarını çiğneyen (ya da alışılmış dindarlık kalıplarının dışında kalan) davranışlara da özgürlük tanımak.
Örneğin içinde “sıcak şarap ikramı” yapılan bir resim sergisi ya da Noel babalı bir “yılbaşı kutlaması” karşısında, “nasıl olur Müslüman memleketimizde böyle Frenkmeşrep şeyler” diye kızmamak.
Kuşkusuz hiç kimsenin hiç bir şeyi tasvip etme, doğru bulma zorunluluğu yok. Ama tasvip etmemek başka, hayat hakkı tanımamak bambaşka.
Din-dışı (yahut gelenek-dışı) yaşam biçimlerine ise hayat hakkı tanımanız gerekiyor; çünkü bu öncelikle “bir arada yaşama”nın rasyonel bir kuralı. Ve “başını örtenler yüzünden milletimiz karanlığa sürükleniyor” diyen bir laikçi bunu ne kadar çiğniyorsa, “içki içenler yüzünden milletimizin ahlakı bozuluyor” diyen bir muhafazakâr da o kadar çiğniyor.
Her iki zihniyette de yekpare bir bütün sayılan “milletimiz”in nasıl olması gerektiğine dair bir şablon var; otoriter bir biçimde bireylere empoze edilen bir şablon.
Muhafazakârların böylesi bir şablonu empoze etmekten kaçınmaları ise sadece “bir arada yaşama” açısından değil, dinin özü olan “samimiyet”i koruma açısından da gerekli.
Çünkü dinin empoze edildiği toplumlarda, “dindar görünmek” bir zorunluluk haline geliyor ve bu da sadece “ikiyüzlülük” yaratıyor.
Her ikisinde de “din polisi” bulunan İran ve Suudi Arabistan bunun hem en uç hem de en ibret verici örnekleri. Bu baskıcı ortamdan bunalan nice Farisi ya da Arap birey, dışta dini bütün gözükse de, içten içe dine tepkili hale geliyor. İnsan tabiatının baskıya karşı gösterdiği doğal refleks, dini hedef almaya başlıyor.
Onun için özgürlüğü dindarlığın doğal zemini olarak görmek, o olmadan gerçek iman ve ahlâk olamayacağını bilmek gerek.
Mesele, şöyle de özetlenebilir:
Dini hayat, “milletimizin milli ve manevi değerleri” adı altında herkese empoze edilemez.
Din, ancak “teklif” ve “tebliğ” edilir. İsteyen benimser, isteyen benimsemez. İsteyen de kendi bildiği gibi ya da yapabildiği kadar benimser.
Sonuçta herkesin hesabı sadece Allah’a aittir.