Devletin Dili Var, Milletin Dilleri
[29 Aralık 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
“Demokratik Toplum Kongresi” tarafından gündeme getirilen, gerçekte ise Öcalan tarafından formüle edilen “demokratik özerklik” projesine niçin karşı olduğumu yazdım: Bu, Türkiye’nin güneydoğusuna “demokrasi” değil, aksine PKK diktası getirecek totaliter bir proje.
Fakat Kürtçe konusundaki talepler, ayrı bir bahis. Çünkü Kürtçe’nin serbest kullanımı, ne PKK ne de BDP ile doğrudan ilgisi olmayan, her Kürt vatandaşın isteyeceği doğal bir hak.
Yine de Kürtçe özgürlüğü konusunda Türkiye’de büyük bir direnç var. Bunun son dönemdeki en büyük tutunma noktası ise Anayasa’daki “resmi dil Türkçe’dir” hükmü.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti’nin dili Türkçe. Öyle de kalacak ve kalmalı. Ama “devletin dili” ile milletin dili (daha doğrusu dilleri) farklı kavramlar. Birisi hukuki bir düzenleme, diğeri sosyolojik bir realite.
Türkiye’deki realite ise epey renkli: Hakim ve ortak dil Türkçe olmakla birlikte, Kürtçe veya Arapça gibi farklı lisanlar milyonlarca vatandaşın anadili. Günlük hayattaki kullanımı sınırlı olsa da, Ermeni vatandaşlarımızın Ermenice’si var, Yahudi vatandaşlarımızın da Ladino’su.
Yani “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan” herkesin anadili, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili değil.
Bu realite karşısında 80 yıl boyunca izlenen resmi politika, “devletin dilini herkese dayatmak”tan ibaretti. Toplum, devletten bağımsız bir şahsiyete sahip sayılmadığı için, her vatandaşın devlet gibi olması, adeta “devletin küçük birer kopyası” haline gelmesi istendi.
Buradaki totaliter zihniyetin bir benzeri, laiklik konusunda da karşımıza çıktı. Laiklik aslında sadece devleti tanımlayan bir ilke idi. Oysa laikçiler, “laik yaşam biçimi” diye bir zırva uydurarak, bunu tüm topluma dayattılar. Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer daha da ileri gitti ve her vatandaşın “laik birey” olması gerektiğini buyurdu.
Söz konusu “vatandaş laik yaşa!” dayatması ile, “vatandaş Türkçe konuş!” dayatması arasında pek bir fark yoktu. Zaten her ikisini de aynı zihniyet üretti ve uyguladı.
Ancak burada bir püf nokta da var ki, altını çizmek lazım: Kürtçe gibi anadilleri yasaklayarak “Türkçe dayatması” yapmak çok yanlıştı kuşkusuz, fakat modern toplumun karmaşık ilişki ağının bir gereği olarak, “ortak bir milli dil” seçmek ve bunu her vatandaşa öğretmek gerekliydi. Bunun Türkçe olması da, sosyolojik ve tarihsel şartların kaçınılmaz sonucuydu.
Dolayısıyla, diyorum ki, önümüzdeki dönemde gereken şey, bir yandan Kürtçe’yi tam anlamıyla özgürleştirmek, öte yandan da “ortak dil Türkçe”yi yaygınlaştırmaya devam etmektir.
İspanyolca’nın ABD’de sahip olduğu statü, iyi bir örnek olabilir. Ülkenin resmi dili İngilizce’dir ve devlet okullarında İngilizce eğitim verilir. Ama İspanyolca günlük hayatta her yerde karşınıza çıkar. Okullarda seçmeli ders olur, tabelalara yazılır, telesekreterler “İspanyolca için ikiyi tuşlayın” diye başlar. İspanyolca yer adlarına (Los Angeles, San Francisco, vs.) ise zaten kimse dokunmamıştır.
Kürtçe’yi de bu şekilde kucaklamamız, özgürleştirmemiz ve Türkiye’ye entegre etmemiz gerek.
Bu, “bölücülük” eğilimlerini artırmayacak, aksine dizginleyecektir. Bir ülkeden, orada ezildiğiniz ve aşağılandığınızda ayrılmak istersiniz, çünkü. Saygı gördüğünüzde değil…
Geçtiğimiz on yılda bu yönde önemli adımlar attık. Türkiye’nin bu en yakıcı sorunuyla ilk defa bu kadar dürüstçe yüzleştik.
Üç gün sonra ise, 21. yüzyılın ikinci on yılına girmiş olacağız.
Hem bu konuda, hem her alanda, hepimize hayırlı olsun!