‘Tek Doğru'dan Çoğulculuğa Giden Yol
[16 Ağustos 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Çağdaş liberal düşüncenin Türkiye'deki en yetkin iki temsilcisinden biri olan Mustafa Erdoğan hoca (ki diğeri Atilla Yayla hocadır), geçen haftaki “Çoğulculuk, Akılcılık ve Hoşgörü” başlıklı Açık Görüş makalesinde benim bir yazımı eleştirdi. Hem zarif ve mültefit üslubu hem de işaret ettiği önemli gerçekler için kendisine müteşekkirim.
Ancak söz konusu eleştiriyi okuyunca, meramımı çok iyi anlatamadığımı da fark ettim. Onun için sadece felsefi bir tartışma olmayıp, dini ve siyasi anlayışlarımızı da yakından ilgilendiren bu konuya bir daha değineyim.
Konu, Hayrettin Karaman hocanın Yeni Şafak'ta yayınlanan “Tek Bir Doğru Vardır” başlıklı yazısından açılmıştı. Benim niyetim ise, bir Müslümanın “metafizik” düzeyde desteklemesi kaçınılmaz olan bu yargıdan, “dünyevi” düzeyde bir otoriterlik çıkmasına mani olmaktı.
Söze de şu gerçeği teslim ederek girmiştim: İslam'a veya bir başka vahiy temelli dine iman eden bir mümin, post-modernitenin savunduğu “tek bir doğru yoktur, herkesin doğrusu kendinedir” şeklindeki “izafiyetçi” görüşü kabul edemez.
Örneğin bir ateiste baktığında “Allah benim için var, onun için yok, herkesin görüşü kendine” diyemez. “Allah vardır, O'nu inkar eden kişi de derin bir yanılgı içindedir” der.
Mustafa Erdoğan hoca da bunun altını çizmiş. “Özellikle dini idealin etkisi altındaki muhafazakârlar”ın “herkes için en iyi veya doğru hayat tarzını belirleyen evrensel bir hakikatin var ve bilinir olduğu kabulünden” yola çıktıklarını belirtmiş.
Evet, tam da öyle. Ama bence buradaki kritik soru (Erdoğan hocanın da isabetle işaret ettiği gibi) söz konusu “evrensel hakikat”e inanan muhafazâkarların, bu hakikati izlemeyen insanlar karşısında nasıl bir tutum takınacağı.
Eşcinsellik, günah ve tasvip
Ben burada iki ayrı düzlemde “izafiyetçi olmayan çoğulculuk” şansı görüyorum:
Birincisi, “evrensel hakikat”e inanan muhafazâkarların, başka insanların bu hakikati inkar etme veya ona göre yaşamama hakkını tanıması. Örneğin bir Müslümanın, başkalarının “imansız” ya da “günahkar” olmasına, bu durumu tasvip etmemekle birlikte, “hoşgörü” göstermesi.
İkincisi de, “evrensel hakikat”e inanan muhafazâkarların, bu hakikatin tanımlanması konusunda mütevazi davranması. Çünkü “tek bir doğru vardır” demek bir şey, “o doğrunun ne olduğunu en iyi ben biliyorum” demek başka bir şey.
Ben İslam'ın temel kaynaklarının ve düşünce geleneğinin, bu her iki düzlem açısından da yeterince “fırsat” sunduğunu düşünüyorum. Bazı sorunlar da var kuşkusuz, ama bunları gidererek tutarlı bir “İslam yorumu” geliştirmek mümkün.
Bunun en büyük sebebi de, İslam'ın “evrensel hakikat” iddiasının, “akılcı” dünyevi ideolojilerin aksine, “uhrevi” bir boyutunun olması. Örneğin, Marksizm ya da Jakoben Aydınlanmacılık, inandığı “evrensel hakikat”i, “hemen, burada” hayata geçirmek istiyor. O yüzden de otoriter ve hatta totaliter olması kaçınılmaz. (Bu, bir siyasi ideoloji olan “İslamcılık” için de geçerli.)
Oysa İslamiyet'te, üzerinde uzlaşılamayan meseleleri “en doğrusunu Allah bilir” diyerek “ahirete ertelemek” mümkün. Aynı şekilde, insanların “günah işleme özgürlüğü”nü, “hesabını ahirette verir” diyerek tanımak da olası.
Son dönemde tartışma konusu olan eşcinsellik meselesine de bu perspektiften bakmak lazım. Bazı seküler demokratlar, bu konuda Müslümanlara çıkışıyor, “nasıl olur da eşcinselliği günah sayarsınız” diye kızıyor, sadece “hoşgörü” değil “tasvip” de istiyorlar.
Oysa eşcinselliği yaşamak bir özgürlükse, onu ahlaken yanlış bulmak da bir özgürlük.