Nüansları Kaybetme Tehlikesi
[14 Haziran 2010 tarihli Star gazetesinde yayılandı]
Türkiye'nin dış politikada “yeni sular”a açıldığı bir gerçek. Benim bu durumu “vah, vah, bunlar da mı başımıza gelecekti” diye değerlendirenler arasında olmadığım da kesin.
Aksine, salt “Batıya endeksli” değil de “çok yönlü” siyaset izlemeyi destekliyorum. Dış politikanın Türkiye toplumunun değer ve hassasiyetlerini de yansıtır şekilde “demokratikleşmesine” de taraftarım.
Ancak yeni sulara yelken açmak riskli bir iştir. Bu yüzden de hükümetin bundan sonraki süreçte çok dikkatli davranması gerekiyor. Özellikle de aşağıdaki iki konuda.
Hamas ve şiddet
Türkiye'nin İsrail'e duyduğu haklı öfke, mazlum Gazze'de seçimle iktidara gelmiş olan Hamas'a yönelik sempatiyi artırdı. Ancak Hamas'ı bir bütün olarak sahiplenmek ve “terörist olmadığını” ilan etmek, bence iyi olmadı.
Doğrusu, “bir siyasi parti olarak Hamas” ile, “bir silahlı örgüt olarak Hamas”ı birbirinden ayırmaktır. İkincisinin işgale karşı “direniş” yürüttüğüne de kuşku yok, ancak bunu hangi yöntemlerle yaptığı sorusu kritik. Eğer Hamas sadece İsrail ordusu ile savaşsa idi, hiç bir sorun yoktu. Ancak yakın geçmişte kadın-çocuk ayırmadan doğrudan sivil halkı hedef alan bombalı saldırılar da yaptı ki, bunun adı “terör”dür.
“Ne yapsınlar, şartlar öyle gerektiriyor” diyorsanız, o zaman da işin adını doğru koymanız, yani “şartlar terörü gerektiriyor” demeniz gerekir.
Türkiye'nin yapması gerekense, Hamas'ın bu aşırılıklarını görmezden gelmek değil, örgütü bunlardan vazgeçmeye ve El Fetih ile barışarak barış sürecine dahil olmaya ikna etmektir. Hükümetin Hamas üzerindeki nüfuzu buna yararsa, çok çok iyi olur.
Ancak aksi halde “Hamas çizgisine gelen Türkiye” tablosu ortaya çıkar ki, zaten İsrail lobisi de bunu pazarlıyor son dönemde.
İran ve bomba
Türkiye, “Tahran anlaşması”nın iki mimarından biri olarak İran'a yönelik BM yaptırımlarına “evet” diyemezdi. Bu, Başbakan'ın dediği gibi, “kendini inkâr” olurdu. Bu açıdan “hayır” oyunda bence fazla bir sorun yok.
Ancak Türkiye hükümetinin tutumunun “diplomasiye olan inancı”ndan mı, yoksa “İran rejimine duyduğu ideolojik yakınlık”tan mı kaynaklandığı konusunda Batı'da soru işaretleri oluştu. İran'a karşı sertlik yanlısı olanlar (yani, tahmin edebileceğiniz gibi, İsrail ekseni) bu ikinci tezi pompalayıp duruyor.
Bu nedenle de hükümetin bu “ideolojik yakınlık” tezini boşa çıkarmasında sonsuz fayda var. “İsrail'in var olma hakkı”, “Yahudi soykırımının gerçekliği” gibi “sembolik” konularda “Ahmedinecad söylemi”nden çok ayrı durduğumuzu, bu arada İran'daki muhalefete uygulanan zulmü tasvip etmediğimizi bir şekilde ifade etmek iyi olur.
Obama yönetiminin “Tahran anlaşması”nı görmezden gelmekle “Bushvari” davrandığına kuşku yok. Ama eğer Türkiye'nin diplomatik çabaları bundan sonra bir sonuç verecekse, bu yine başta Washington olmak üzere Batı'yla olan bağları sayesinde olacak.
Öyle ya, iki tarafla da aranızın olması lazım ki, “arabulucu” olabilesiniz.
Aslında tüm bu olaylarda gereken sağduyunun özü şu: Bir tarafa (haklı olarak) kızdığımız için öteki tarafın gözü kapalı destekçisi haline gelmemek. Nüansları görmeye devam etmek.
Son günlerde yeniden ortaya çıkan “ama diye başlayan cümle kurmayın!” dayatması ise, ne yazık ki tam da bunu imkansız kılıyor. (Ahmet Turan Alkan'ın geçen haftaki Zaman'da yer alan “Aması-maması var bu işin” başlıklı eleştirisi, bu açından haklıydı.)
Nedense dünyayı ak-kara gözlüğüyle görmenin daha asil ve namuslu bir tavır olduğuna dair yaygın bir inanç var ülkemizde.
Oysa “taraf tutmak” yerine “ilkeleri ayakta tutmak” daha doğru değil mi?