Çırpınırdı Akdeniz, Bakıp Türk'ün Bayrağına...
[7 Haziran 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Ünlü “Çırpınırdı Karadeniz” marşının en çarpıcı dizeleri şöyledir:
“Ayrı düştüm dost elinden,
Yıllar var ki çarpar sinem.
Vefalı Türk geldi yine,
Selam Türk'ün bayrağına.”
“Vefalı Türk”ün geldiği yer, o sırada, yani 1918 senesinde Ermeni işgali altına girerek “dost elinden ayrı düşmüş” olan Azerbaycan'dır. “Kafkas İslam Ordusu” adıyla organize olan Osmanlı birlikleri, tam 1130 şehit vererek Bakü'yü kurtarmıştır.
Bu kurtuluşu gören büyük Azeri şair Ahmet Cevat, “Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk'ün bayrağına” diye gözyaşları içinde yazar.
Aradan neredeyse bir asır geçtikten sonra, bugün bu marşı yeniden hatırlamak zamanı. Çünkü bu kez Karadeniz değil ama Akdeniz çırpınıyor “bakıp Türk'ün bayrağına...”
Çünkü ay-yıldızlı al bayrak, bugün Türk olmayan milyonlarca insanın kalbinde...
Gazze'nin, Batı Şeria'nın ve Kudüs'ün işgal altındaki semalarında. Lübnan'daki mahşeri cenaze namazlarında...
Sadece Müslümanların değil, “haydut devlet”e karşı çıkan vicdanlı Rumların, Avrupalıların, Hıristiyanların ve dahası Yahudilerin elinde...
Çünkü Türkiye, ülkesiyle, hükûmetiyle, sivil toplumuyla ve Mavi Marmara'da şehit verdiği kahramanlarıyla tarihin doğru yanında.
Bu noktaya gelmek kuşkusuz kolay olmadı. Seksen küsur yıldır Türk'ü başka bir şeye çevirmek, Bediüzzaman'ın hoş tabiriyle “Frenklik manasında Türklük” yaratmak isteyenler vardı.
Bunlar, Türk'ü dininden, dilinden, tarihinden, kimliğinden koparmaya uğraştılar. Dahası, onu bin yıldır birlikte kardeşçe yaşadığı halklara düşman etmeye kalktılar. Kürtler'e karşı inkâr ve tahakküm, Araplar'a karşı nefret ve aşağılama körüklediler.
Ancak silahla açıp darbelerle uzattıkları bu “kültür devrimi parantezi” sonuçta kapandı. Frenkleştirmek istedikleri Türk, Frenkler'in kazanımlarını (demokrasiyi, piyasa ekonomisini, bilimi, teknolojiyi, vs.) öğrenmiş, ama “kendisi” kalmış halde yeniden tarih sahnesine çıktı.
İlginçtir ki tarihin akışı da buna uygun düştü.
Çünkü “geçmiş”in Batı-merkezli kodlarıyla düşünenlerimiz pek anlamasa da, önümüzde kimilerinin “post-American world” (Amerika-sonrası dünya) dediği, çok kutuplu ve çok merkezli bir gelecek var. Bu gelecekte de İsrail'deki gibi “apartheid” rejimlerinin tutunma şansı giderek azalacak.
Türkiye gibi “İsrail'in yakasına yapışan” ülkelerin de önü açılacak.
Bazılarımız, tüm bunların ham hayâl ve boş duygusallık olduğu kanısında. Eğer duygusal ve ölçüsüz davranırsak, gerçekten de öyle olur. İki mesele özellikle önemli:
- İsrail'e verdiğimiz tepkinin, onun siyasetlerini hedef alması gerek, “var olma hakkını” değil. “İsrail'i kahredeceğiz, yok edeceğiz” ebebiyatı, çok yanlış olduğu gibi, İsrail propagandasına malzeme vermekten başka bir şeye yaramaz.
- Hamas, “direniş”teki dirayetiyle saygı toplasa da, “doğrudan sivilleri hedef almak” gibi yanlış yollara da başvurmuş bir örgüt. Bunu destekler görüntüsü vermek yerine, Hamas'ı daha makul bir çizgiye çekmek için çaba harcamak gerek.
Fethullah Gülen hocaefendinin tartışılan yorumuna gelince... Ben kendi adıma o yorumu paylaşmıyorum, çünkü “otorite”ye (hele de İsrail'inkine) pek itibar etmiyorum.
Ancak bu gibi farklı seslerin çıkması, alternatif görüşlerin ifade bulması, olumsuz değil olumludur. Bazılarımızın zannettiğinin aksine, başarının yolu “tek yumruk” değil “çok sesli” olmaktan geçer.
Ve nihayetinde bu “yöntemsel” konulardaki farklı görüşler, en fazla birer “meşrep farklılığı”na karşılık gelir. Teferruattır.
Asıl önemli olansa, “vefalı Türk”ün bunca zaman sonra “yine gelmiş” olmasıdır.