Ermeniler 1915'i Hak Etmiş miydi?
[28 Nisan 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Çanakkale Milli Eğitim Müdürü Vefa Bardakçı, lise öğrencilerine yaptığı bir konuşmada “1915 olayları”na açıklama getirmiş. “Ben bir vatandaş olarak şu soruyu soruyorum Ermeniler'e” demiş ve devam etmiş:
“Biz Çanakkale'de şehit verirken, savaşırken sizinle niye uğraştık? Durup dururken mi uğraştık? Şimdi madem ki bu topraklarda yaşıyorsunuz, bu toprakların vatandaşısınız, niye bizi arkadan vurdunuz? Hiç kimsenin gidip de suçsuz yere kapısını çalmadık, suçsuz yere kadınına çocuğuna süngü silah dayamadık.”
Sayın müdür bence böyle konuşmakla da iyi etmiş. Çünkü sarf ettiği sözler, 1915 tehciri ve kıyımları hakkında hem devlet hem de millet katında uzunca zamandır savunduğumuz görüşü özetliyor.
Ancak ben bu görüşte önemli bir problem görüyorum: Sürekli olarak “Ermeniler” diye yekpare bir halktan söz edilmesi ve aralarından bazılarının yaptıkları yüzünden hepsinin cezalandırılmasının haklı sayılması.
Olayları hatırlayalım. Osmanlı, 19 yüzyılın sonlarından itibaren Ermeni milliyetçiliği sorunuyla karşılaşıyor. Ermeni çeteleri padişaha suikast düzenliyor, banka basıyor. Toplumlar arası gerilim tırmanıyor ve önce Adana'da karışıklıklar sonra Van'da isyan çıkıyor. Ermeni milisler, Osmanlı'yla savaşan Ruslar'a destek veriyor.
Yani ortada bir “Ermeni çeteleri sorunu” olduğu kesin.
Peki ama ne yapıyor İttihat ve Terakki hükümeti? Sadece bu çetelerin mi üzerine gidiyor? Sadece isyan ve karışıklık çıkan bölgelere mi yükleniyor?
Hayır. Anadolu'daki tüm Ermeniler'i Suriye çölüne “tehcir” ediyor. Talat Paşa'nın kendi kayıtlarına göre yaklaşık bir milyon insan sürülüyor. Çoğu yolda açlıktan, susuzluk ve hastalıktan ölüyor. Bazıları tecavüz, yağma ve katliamlara uğruyor. (Bugünün Türkiyesi'nde, mesela Siirt'te, alçak adamlar var da 1915'te mi yok?)
Bediüzzaman kriterleri
Şimdi bir düşünelim: Sürülen ve çoğu yolda ölen bu bir milyon insanın herhalde yarısı kadındır. Kalan yarının yüzbinlercesi de çocuk ve yaşlı olsa gerekir. Zaten tehcir sırasında çekilen fotoğraflara bakınca görüyorsunuz; yaşlı nineler, el kadar çocuklar, hatta kundakta bebekler var, yüzlerce kilometrelik zorlu yolda kıvranarak can veren.
Şimdi elimizi vicdanımıza koyup bir soralım kendimize: Bu korkunç olaylar için, hiç içimiz sızlamadan, “yapılan doğruydu, iyi oldu, hak etmişlerdi” diyebiliyor muyuz?
Türkiye'de bu soruyu kurcalayanların genelde “kendi milletine yabancılaşmış aydınlar” ve “boğaza karşı viski içen liberaller” olduğu söylenir. Benim başvurmak istediğim ahlaki otorite ise daha farklı biri: Bediüzzaman Said Nursi.
Bediüzzaman'ın ünlü örneğidir: “Eğer bir gemide dokuz mâsum ile bir câni olsa” der, “o gemiyi batırmak zulümdür.” Daha da ileri giderek ekler: “Hatta birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”
İttihatçıların 1915'te yaptığı ise aralarındaki bazı “câni”ler sebebiyle tüm bir Ermeni halkını topluca cezalandırmaktır. (Bugün İsrail'in “ordan bize füze atıyorlar” diye tüm Gazze'yi topluca cezalandırması, çocukların üstüne bomba yağdırmayı meşru görmesi gibi.)
Bunun hukuken “soykırım” olarak nitelenmesine karşı çıkmaya elbette hakkımız var. Savaşın zorlu şartlarını, “biz yapmasak onlar yapacak” korkusunu, Ermeni çetelerinin 1915 sonrasında Müslümanlara karşı “intikam” amacıyla gerçekleştirdikleri korkunç katliamları da dünyaya anlatmalıyız.
Ama kalkıp da “tehcir pek isabet oldu, hak etmişlerdi zaten” demeye asla hakkımız yok.
Eğer biraz olsun vicdanımız ve “kanun-u adalet” duygumuz var ise...