Başbakan'la Kahvaltıdan Kalanlar
[21 Nisan 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Başbakan Erdoğan'ın geçen cumartesi günü bir grup yazarı davet ederek düzenlediği kahvaltılı toplantıda ben de vardım. Ve aslında bu konuda bir şey yazmayı da planlamıyordum. “Dün falanca sofradaydık, şunu yedik, bunu konuştuk” gibi notlar karalamaya pek hevesli değilimdir çünkü. Ama toplantının içeriği medyada da tartışıldı. Dahası bir kaç yorumcu da, benim de adımı geçirerek, polemikler üretti. O nedenle iki çift laf edeyim.
Önce, kişisel kısım. Bazıları sordu: Ben ve Etyen Mahçupyan, “edebiyatçı” olmadığımız halde neden davet edilmişiz, neden ordaymışız.
Evvela şunu belirteyim ki, bizim ülkede epey yaygın olan bu “başka köşe yazarlarını konu edinen köşe yazarı” profili bana tuhaf ve dahası sıkıcı geliyor. Kendi adıma, insanları (ve hatta olayları) değil, onlarda yansıyan fikir ve zihniyetleri tartışmayı daha doğru ve doyurucu buluyorum. Başkalarına da tavsiye ederim.
Söz konusu polemiğe gelince, ben elbette “edebiyatçı” değilim, ama tam da söz konusu kahvaltının odak noktası olan Kürt sorununa dair epey bir okur-yazarlığım var. Orada da, yine edebiyatçı olmayan ama bu konudaki görüşleriyle tanınan diğer bazı yazarlar gibi, meseleye dair ne düşündüğümü izah etmeye çalıştım.
Söylediğim özetle şuydu: Açılım, son derece doğru ve gerekli bir proje. Ama zorlanıyor. Çünkü yapılan reformlar Kürtlere az gelirken, ülkenin Türk çoğunluğuna fazla geliyor. Çünkü bu iki kesim arasında dev bir algı uçurumu var. Bu uçurumu azaltacak, Türk çoğunluğun Kürt meselesini anlamasını, Kürtlerin de öbür taraftaki hassasiyetleri kavramasını sağlayacak bir “kamu diplomasisi”ne ihtiyaç var. Yani toplumdaki zihinler de “açılmalı” ki, siyasi açılımın zemini oluşsun.
Toplantıya katılan diğer yazarlar da kendi değerlendirme, öneri ve eleştirilerini Sayın Başbakan'a ilettiler. Kendisi de, takdir ederek söylemeliyim ki, toplamı dört saate yaklaşan bu yorumları sabır ve dikkatle dinledi. Sonra da herkesin dediklerine tek tek dönerek ya cevap verdi, ya yorum yaptı, ya “ilgileneceğiz, not ettim” diye belirtti. Toplamda altı saat süren bu uzun toplantıyı, hükümetin bu konudaki sivil görüşlere verdiği ehemmiyetin bir işareti gördüm, memnuniyetle karşıladım.
Toplantının tek gerilimli tartışması ise, Alev Alatlı'nın konuşması üzerine gelişti. Burada Alatlı'nın sözlerinin ya maksadını aştığını ya da öyle gibi algılanmaya müsait olduğunu düşünüyorum. Ama sorduğu soru, kayda değerdi:
“Eğer oniki kişilik bir heyet tarafından yargılanacak olsanız, Cumhuriyet hakimleri mi istersiniz, yoksa toplumdan rastgele seçilmiş jüri üyeleri mi?”
Bu soruya benim vereceğim cevap da sanırım Mahçupyan'ınki ile aynı: Elbette rastgele seçilmiş jüri üyeleri! (Hele de bir “siyasi suç”tan yargılanıyorsam.)
Çünkü bir tarafta toplumsal vicdana olan güvenim, diğer tarafta ise “Cumhuriyet hakimi” dediğimiz profilin değerleri konusunda ciddi endişelerim var. Adaleti her şeyden üstün tutan ilkeli hakimlerimizi elbette tenzih ederim, ama diğer bazılarının üstün tuttuğu şeyin “devletin menfaatleri” olduğunu biliyoruz.
Zaten Başbakan Erdoğan'ı Kürt meselesi gibi ülkenin en yakıcı probleminde bir umut ışığı haline getiren şey de, bu “devletin menfaatleri” edebiyatından ziyade, milletin değerlerini ve özlemlerini temsil etmesi.
Dilerim bu duruşunu bozmadan yola devam eder. Açılımı da, her türlü “yumruk” ve “yumruk kışkırtıcısı”na rağmen, kararlılıkla sürdürür.