Çarşaf Çarşaf Ezberler
[17 Mart 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Bir grup CHP'li kadının huşu içinde çarşaf yırtmasının ardından Türkiye'nin ezeli “kıyafet saplantısı” gündeme yeniden yansıdı. Ve bu konudaki bildik ezberleri, yüzüncü ve belki bininci kez tekrar dinledik.
Bu ezberlerin başında “örtünen kadınların bunu kendi istekleriyle yapmadığı” iddiası var. Buna göre bu hanımların hepsi, baba, koca veya mahalle baskısı yüzünden kapanıyor. İş kendi özgür iradelerine kalsa, hepsi tesettürlerini fora edip “çağdaş kadınlar” ordusuna katılacak.
Gerçekten de bu şekilde zorla kapatılan kadınlar (ve özellikle de genç kızlar) olduğuna eminim. Ve bu da üzerinde durulması gereken önemli bir problemdir. Ama bütün örtünen kadınların böyle “zorlanmış” olduğunu iddia etmek, hiç bir “ampirik” temeli olmayan, yani hiç bir bulguya (örneğin bir sosyal araştırmaya) dayanmayan bir “atmasyon”dur.
Zaten bu tezi savunanlar da bulgulara işaret etmiyor, sadece kendi zihinlerindeki dünya görüşünü başkalarına yansıtarak onlar hakkında ahkam kesiyorlar. Örneğin bir köşe yazarı, hem de aynı zamanda akademisyen olan bir köşe yazarı, şöyle diyor:
“Kadın ruhu güzelliğe düşkündür. O kara çarşafı kendi öz ve özgür iradeleriyle giymeleri mümkün müdür? Hiç sanmıyorum doğrusu!”
Bu “kafa” ile Britanya sokaklarında gezerseniz, karşınıza çıkan Sih inancına mensup Hintli erkeklerin giydiği “türban”a da şaşırıp şöyle diyebilirsiniz:
“Erkek ruhu rahata düşkündür. O cendere gibi sarıkları kendi öz ve özgür iradeleriyle giymeleri mümkün müdür? Hiç sanmıyorum doğrusu!”
Böyle dar düşünmenizin sebebi ise, “din için zorluklara katlanma” diye özetleyebileceğimiz dini değerin sizin seküler zihninizde bir karşılığı olmayışıdır. O yüzden de Sihler saçlarını bir an olsun açmamakta, Budist rahipler aç-bilaç gezmekte, Ortodoks Yahudiler “koşer” yemek için akla karayı seçmekte, dindar Müslümanlar namazı uykuya tercih etmekte, fakat siz ise bir köşede “ayyy, inanmıyorum, bunları birileri zorluyordur mutlaka canım” demektesinizdir.
Böyle diyenler, eğer ortada bir “baskı” göremez iseler, bu kez “menfaat” varsayarlar. Örneğin genç kızlar başlarını örtmektedir, çünkü Suudi Arabistan'dan her ay para almaktadırlar. Ya da Hıristiyan misyonerler Afrikalı çocuklara aşı yapmaktadır, çünkü “Batı emperyalizminin ajanlığını” üstlenmişlerdir.
Yani her türlü dini gayret, mutlaka dini olmayan (ve de tercihen olumsuz) bir faktöre indirgenerek açıklanmalıdır.
Kimin beyni yıkanıyor?
“Baskı” tezinin biraz daha sofistike bir versiyonu ise, “bunların beyinlerinin çocuk yaşta yıkandığı” söylemidir ki, bunu da memlekette yine sıkça işitiyoruz. Başlarını örten hanımların küçük yaştan beridir aile ve çevreleri tarafından “dinci fikirlerle” büyütüldüğünü, bu yüzden de kendi özgür iradeleri sandıkları şeyin aslında “irtica” olduğunu dinliyoruz.
Sanırsınız ki sanki bu hikayeyi anlatanlar, kendi aileleri ve çevrelerinden yana hiç bir “beyin yıkama”ya maruz kalmamışlar...
Ya da sanki bu “herkesin hayatına burnunu sokma” ve “her farklı toplumsal kesime musallat olma” alışkanlıklarını, tornasından çıktıkları Kemalist devletten kapmamışlar...
Gerçekte her çocuk ailesinin ve yakın çevresinin değerleriyle büyür. Zamanla belki bu değerleri sorgular, belki kimini terk eder veya yeniden yorumlar. Bu, her bireyin kendi kişisel meselesidir. Bu doğal sürecin hiç bir aşamasında da bir sorun yoktur.
Sorun, başta devlet olmak üzere bir takım “dış güçler”in bireylerin hayatına müdahale edip, “doğrusu budur, böyle yaşayacaksın” diye dayatmasıdır.
Bu açıdan da kadınları zorla kapatan İslamcı rejimler ile zorla açmaya çalışan Jakoben laikler arasında fark yoktur.