Asker Milletleri Kimler Yönetir?
[15 Şubat 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Saygın tarihçi İlber Ortaylı'nın biz Türkler'in “asker millet” olduğunu vurgulayan sözleri tartışıldı son günlerde. Ben, “İlber hoca ne demek istedi, niye öyle demek istedi” polemiklerine hiç girmek istemiyorum. Ama “asker millet” olduğumuz ve dahası öyle kalmamız gerektiği yönündeki yaygın söylemin neye hizmet ettiği konusunda bir fikrim var ki, paylaşmak isterim.
Önce İlber hocanın tarihsel açıdan haklı olduğunu teslim edelim: Evet Türkler'in tarihinde askerlik vasfı ağırlıklı ve belirleyici olmuştur. Bu da, kuşkusuz, anavatanları olan Orta Asya'nın coğrafi şartlarıyla yakından ilgilidir. Kurak bozkır coğrafyası, ne tarıma ne de ticarete elverişli olduğu için, göçebelik ve “ganimet” odaklı savaşçılığı teşvik etmiştir. (Çölde yaşayan Bedevi Araplar'da da aynı durum söz konusudur.)
Bu açıdan Türkler'e benzeyen bir diğer kavim, yine aynı kurak Orta Asya coğrafyasından çıkan Moğollar'dır. Ancak Türkler'in Moğollar'a kıyasla büyük bir “şansı” vardır: Müslüman olmuşlardır. Müslümanlık da, 7 ila 13. asırlar arasında dünyanın en dinamik ve sofistike medeniyetini kurduğu için, Türkler'e çok şey katmıştır.
O yüzden İslam öncesi Türklerde “savaşçılık”tan başka pek bir vasıf bulamaz iken, Müslüman Türkler'e gelince artık düşünürlere, bilim adamlarına, edebiyatçılara da rastlayabiliriz. Dahası, “savaşçılık” vasfının, şeriatın koyduğu “savaş hukuku” ile dengelendiğini de görebiliriz.
İslam tarihçisi A. K. S. Lambton, bir makalesinde bu açıdan Müslüman Selçuklular ile pagan Moğollar'ı kıyaslar. Buna göre Moğollar, istila ettikleri yerleri yakıp-yıkar, kadın-çocuk ayırmaksızın katliamlar yaparken (ki bu o dönemde “sıradan”dır) Selçuklular çok daha insaflı davranmışlar, çünkü “İslam toplumunun geleneklerini özümsemişler”dir. (“The Islamic Middle East, 700-1900”, Princeton, 1981, s. 300)
Müslüman Türkler'in “savaşçılık” ile “medeniyet”i birleştiren bu “sentez”i sayesinde, önce Selçuklu sonra da Osmanlı tecrübeleri ortaya çıkar. Osmanlı da, bildiğimiz gibi, dünya tarihinin en büyük imparatorluklarından biri olur ki, bunu “savaşçılık” yanında “hukuk” ve “bürokrasi”de gösterdiği başarıya borçludur.
Gel gelelim, bu esnada Batı'da büyük bir dönüşüm başlamıştır. Anahtar kelimeler “keşif”, “icad” ve “girişim”dir. Bunlar üzerinde yükselen modernite, tüm kuralları bozar. Artık Yeniçeriler Avrupa ordularına fayda etmemektedir, çünkü adamlar “tüfek” diye bir şey icad etmiş, “mertik”le birlikte savaşçılığın binlerce yıllık kurallarını da bozmuşlardır.
Bunun üzerine Osmanlı da gider tüfeği alır, ama o sırada “adamlar” zaten “krupp güllesi”ne, “destroyer”e geçmiştir. Hızlarına bir türlü yetişemezsiniz.
Hala da yetişemiyoruz zaten.
Temel problem, “adamlar”ı bu kadar hızlı geliştiren “girişimci sınıf”ın bizde pek zayıf oluşudur. Bugün ulusalcıların, devletçi Kemalistlerin ve pek çok sosyalistin hala kavrayamadığı bu gerçeği Sultan II. Abdülhamid yüz yıl önce görür ve “ecdadımız keşke biraz tüccar olsaydı” der.
Yani, modern dünyada artık “asker millet” olmanın çok bir getirisi yoktur. En güçlü toplumlar, en “disiplinli” olanlar değil, aksine en özgür, en renkli, en “çok sesli” olanlardır.
Peki neden Türkiye'de bazıları bunu hala görmez, ve bize hala “asker millet kalalım” diye telkinde bulunur?
Bu soruya cevap bulmak için sanırım yazının başlığındaki soruya dönmek lazım: Asker milletleri kimler yönetir?
Cevap zor değil: Tabii ki askerler!..
Dolayısıyla “asker millet” kalmamız gerekmektedir ki, askerlerimiz bizi yönetmeye devam etsin.
Ve Türkiye, küçük olsun, fakir olsun, çamurdan olsun, ama yeter ki “askeri vesayet”te kalsın...