Mutluluk Şeriatı
[18 Ocak 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Yıllar önce “Nasıl Mutlu Olunmaz” diye bir yazı yazmış ve bir yerinde şöyle demiştim:
“Tarih boyunca kendilerini en mutlu hissetmiş olan insanlar; almak yerine vermeyi, bencilik yerine fedakarlığı ve madde yerine anlamı tercih edenlerdir.”
Dünkü New York Times gazetesinde okuduğum Nicholas Kristof imzalı köşe yazısı ise, “tarih boyunca” geçerli olan bu mutluluk sırrının bugün de işlediğini anlatıyordu.
Kristof, iki farklı Amerikalı'nın durumunu kıyaslayarak konuya girmiş.
İlki, Florida'daki havuzlu ve görkemli bir evde yaşayan 36 yaşındaki Richard. İyi para kazanan Richard, sağlıklı ve yakışıklı bir beyaz. Bir sürü güzel ve gösterişli sevgilisi olmuş. Tatillerini egzotik memleketlerde geçiriyor, “seçkin” mekanların ve hobilerin tadını çıkarıyor, kısacası gününü gün ediyor.
İkinci Amerikalı ise, Boston'daki mütevazi bir evde yaşayan, fazla kilolu, hiç çekici olmayan, ve dahası böbrek hastalığı nedeniyle sık sık diyaliz makinesine giren Lorna adlı bir siyahi kadın. 64 yaşındaki Lorna, epey dindar. Bizdeki “zekât”ın Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki karşılığı olan “ondalığını” düzenli olarak ödüyor, yani gelirinin onda birini yoksullara veriyor. Kilisesi aracılığıyla da bir sürü hayır işi yapıyor. En son, mesela, Haiti'deki depremin mağdurları için yardım toplamışlar.
Bu iki örneği veren Kristof şöyle diyor:
“Eğer bu insanlardan biriyle yer değiştirme şansımız olsaydı, muhtemelen çoğumuz Richard'ın hayatını tercih ederdik. Oysa büyük olasılıkla Lorna ondan daha mutlu.”
Kristof, bu örneği Amerikalı psikolog Jonathan Haidt'in “Mutluluk Hipotezi” adlı kitabından almış. Hangi insanların kendilerini daha mutlu hissettiklerini araştıran bu profesör, Richard ve Lorna gibi daha nice vak'aya baktıktan sonra şu sonuca varmış:
“Zenginlik ve mesleki başarı üzerine odaklanan insanlar; hayır işlerine, din ve maneviyata, aileye ve dostlara odaklananlara göre genelde daha az mutlu.”
Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü'nün aynı konuda yürüttüğü kapsamlı bir araştırmadan da özetle şöyle bir sonuç çıkmış: “İnsanoğlu, sanki fedakâr olmaya programlanmış gibi... Hayır yapmak, iyi hissettiriyor.”
Hazcılık mı, ahlâkilik mi?
Benim bu sonuçtan çıkardığım iki ders var.
Birincisi, bu “fedakâr olmaya programlanma” durumunun, ilahi dinlerin mesajına ne kadar uygun düştüğü. Kur'an-ı Kerim, insanları dine çağırırken, bunun zaten onların “fıtratına” (yaradılışına) uygun olduğunu söyler ki, fedakârlık emreden “şeriat” ile ancak fedakârlıkla mutlu olabilen insani “tabiat” arasındaki paralellik, epey anlamlı.
İkincisi ise, üstteki örnekte bahsedilen Richard'ınkine benzer renkli bir hayata kavuşmak için yanıp-tutuşan Türklerin trajedisi.
Evet, açık konuşalım, “Sex and the City” gibi Amerikan dizilerindeki renkli hayatlara özenip duran, oradaki gibi bir yaşam biçimine ve standardına ulaşınca başının göğe ereceğine inanan milyonlar var Türkiye'de.
Bunun neden boş bir hayal olduğunu, yıllar önce, ellili yaşlardaki bir New Yorkluyla konuşurken anlamıştım. Alabildiğine zengin, güzel ve “üst sınıf” bir kadındı, ama Afrikalı aç çocuklara yardım işine adamıştı kendini. “Neden buna yöneldiniz” diye sordum, şu cevabı aldım:
“Her şeyi gördüm, her şeyi yaptım. Sonunda anladım ki en büyük mutluluk doğru bir şeyler yapmakta.”
İşte, trajik olan bu: “Her şeyi gördüm, her şeyi yaptım” diyen bir Amerikalı sonuçta mutluluğu hazcılık yerine ahlâkilikte bulabiliyor.
Bizim burada ise, “her şeyi göreceğim, her şeyi yapacağım” diye hırsla kıvranan, bu arada da her türlü ahlaki değeri çöpe atan özenti bir Türk, bir serap peşinde harcayabiliyor hayatını.
Ne hazin...