Türk Irkçılarının İnandığı Yalanlar (III)
[28 Eylül 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Her Türk Sevr'in gölgesinde büyür. Tarihin tozlu sayfalarında kalmış bu antlaşmayı dünyada hatırlayan pek kimse kalmamışsa da, biz onunla yatar, onunla kalkarız. Bu milli korku sayesinde de darbe yapan generallere, parti kapatan hakimlere veya iki çift dürüst laf edeni (mesela Hülya Avşar'ı) soruşturan savcılara alkış tutarız. “Helal olsun, bizi yine Sevr'den esirgediniz” deriz, bizi aslında sadece demokrasi ve özgürlükten esirgeyen adamlara.
“Sevr paranoyası”nın temel işlevi budur. Demokrasi görünümlü otoriter rejimimizi korumaya yarar. Ama bir de yan işlevleri vardır ki, bunların başında “geçmişten bugüne Kürt ihaneti” hikayesini beslemek gelir. Son dönemde dozu giderek artan, en çok da Canan Arıtmanımsı (yani kentli, çağdaş ve faşist) Türkler arasında salgın gibi yayılan bu hikayeye göre, Sevr Antlaşması'nda Doğu vilayetlerinde muhtemel bir Kürdistan'dan bahsedilmesi, Kürtler ile “dış mihraklar” arasındaki kadim işbirliğinin ispatıdır.
Oysa bu da Türk ırkçılarının inandığı diğer hikayeler gibi bir yalandır. Evet, Sevr'de bir Kürdistan devleti öngörülmüş, bunun için lobi yapan bir avuç Kürt milliyetçisi de bu işe çok sevinmiştir. Bize okullarda öğretilen Kürdistan Teali Cemiyeti, işte bu milliyetçi “Jön” Kürtlerin adresidir. Ancak bir gerçek daha vardır ki, bize okullarda öğretilmez: Kürtlerin ezici çoğunluğu Sevr'e şiddetle karşı çıkmıştır.
Bu reddiye, Sevr'den bile önce, ona hazırlık niteliğinde Kasım 1919'da düzenlenen Paris Konferansı'nda Kürt milliyetçisi Şerif Paşa'nın Kürdistan kurmak için Ermenilerle anlaştığı haberleri üzerine gelmiştir. Boğaziçi Üniversitesi hocaları Kemal Kirişçi ve Gareth Winrow'un ifadesiyle:
"Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Paris'e bir seri telgrafın yollanmasına neden oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemedikleri savunuluyordu. Erzincan'dan on ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa'nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yollamışlardı. Türklerin ve Kürtlerin ‘soy ve din itibarıyla kardeş olduklarını' vurguluyorlardı... Mart 1920'de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklerasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalandı." (Kürt Sorunu, s. 84)
Kurtuluş Savaşı boyunca da durum değişmez. Ankara hükümetine karşı çıkan isyanlar, Kürt bölgelerine kıyasla Türk bölgelerinde daha fazladır. İranlı Kürt tarihi uzmanı Ali Rıza Şeyh Attar, durumu şöyle özetler:
"Kürtler, Sevr'e gönül bağlayamazdı; Türk güçlerinin pan-İslamcı sloganları, köklü bir İslami inanca sahip Kürtler için İngilizler tarafından vaadedilen özerklikten daha cazipti." (Kürtler, Bölgesel ve Bölge Dışı Güçler, s. 109)
Lozan görüşmeleri sırasında Ankara'da Meclis kürsüsüne çıkan Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey ise “bendeniz Kürdoğlu Kürdüm” dedikten sonra şöyle konuşur:
"Binaenaleyh bir Kürt mensubu olmak sıfatiyle sizi temin ederim ki Kürtler hiç bir şey istemiyorlar. Biz Kürtler vaktiyle Avrupa'nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasıyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki El-cezire Cephesi'nde çarpıştık. Nasıl ki, Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz." (Türk Parlamento Tarihi, II. Cilt, TBMM Yayınları, s. 343)
Uzun lafı kısası, Cumhuriyet kurulurken Kürtlerin ezici çoğunluğunun Türkiye'ye sadık olduğudur.
Bu tabloyu bozan ise, başka her şeyden çok, Türkler ve Kürtler arasındaki “kardeşlik” ilişkisini “asimilasyon”a çevirmeye kalkan Cumhuriyet, daha doğrusu Tek Parti ve varisleridir.
Şimdi, aradan geçen seksen yıldan sonra, bu yanlış hesaptan dönmeye çalışıyoruz. Mesele, bu.