Suudi Şampanyası Ve Dayatılan Dinin Sahteliği
[10 Ağustos 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Suudi Prensi Bandar Bin Al Suud'un Bodrum'da kiraladığı teknede eşiyle birlikte şampanya içmesi, bizim medyada epey ilgi gördü. Pek çok yorumcu kendi toplumuna alabildiğine katı bir din anlayışını dayatan Suudi elitinin sefahat düşkünlüğünü, bunun ortaya çıkardığı ikiyüzlülüğü eleştirdi ki, bunda haklıydılar. Gerçekten de “Suudi modeli”, “dayatılan din”in vahim sonuçlarını ortaya koyması bakımından iyi bir örnek.
Gelin, bu örneğe biraz yakından bakalım. Suudi Arabistan krallığı, komşumuz İran gibi, meşruiyetini İslam'a dayandırıyor. (Gerçi Arabistan bir krallık, İran ise bir cumhuriyet; buradan da görüldüğü gibi ortada belirli bir “İslami sistem” yok.) Bu meşruiyeti sağlama bağlamak için de, her iki rejim, sınırları içinde “İslami kuralların uygulanmasına” özen gösteriyor. Özellikle Suudiler bu işte çok şevkli. “Mutavva” dedikleri din polisleri ellerinde sopalarla sokaklarda gezip “İslami olmayan davranışları” engelliyor, İslam'ın gereklerini de herkese zorla yaptırıyor. Örneğin ezan okunduğunda camiye gitmeniz şart; yoksa Mutavva dikiliyor tepenize, “ne geziyorsun ortada, haydi namaza” diye sopasını sallıyor.
Burada bir durup düşünelim: Acaba Mutavva'nın zoruyla camiye giden Suudiler, namazı hangi “niyet”le kılmış oluyorlar? “Allah rızası” için mi? Yoksa polisin sopasından kaçabilmek için mi? Alınlarını secdeye koyduran güç, Allah'a olan imanları mı, yoksa devletten duydukları korku mu?
Elbette insanların kalbini açıp niyetlerini okumak mümkün değil. Ancak ülke sınırlarını terk eder etmez barlara ve gece klüplerine koşup “dağıtan” Suudi vatandaşların bolluğu, bize bir fikir veriyor. Eğer söylentiler doğruysa bu despot sistemin cinsel eğilim yönünden de tuhaf sonuçları var: Kadınlar ve erkekler arasındaki en masum diyalogların bile yasaklandığı, tüm toplumun zorla “haremlik-selamlık” diye ayrıldığı ülkede eşcinsellik, özellikle erkekler arasında, almış başını gitmiş durumda.
Kısacası dinin devlet eliyle dayatılması, toplumu dindarlaştırmıyor, aksine ikiyüzlüleştiriyor. Devletin sopası, “mümin” değil “münafık” yetiştiriyor.
Buna karşın devletin dini dayatmadığı ülkelerde, örneğin Türkiye'de, daha samimi ve güçlü bir dindarlığın geliştiğini söylemek mümkün. İran ve Türkiye toplumlarını gözlemleyenler, Türkiye'de daha fazla insanın oruç tuttuğunu ve günlük ibadetlerini yerine getirdiğini çoğunlukla şaşırarak anlatıyor. Aslında şaşıracak bir şey yok: Devlet neyi dayatırsa toplumda ona karşı tepki gelişiyor. Ve “sivil din”, “resmi din”den çok daha fazla kalp kazanıyor.
İşte bu yüzden dindarlığın yeşermesi için en uygun ortam, bir “din devleti”nin baskısı değil, vatandaşlarına isterlerse dindar isterlerse de günahkar olma hakkını veren liberal demokrasinin özgürlüğü.
Türkiye, bu demokrasiye az-buçuk sahip olduğu için, Müslüman ülkeler arasında bir Müslüman için en “yaşanabilir” olanı. Bir tek “laiklik” adı altında dindar kesime uygulanan baskı sorunu var ki, onun da devri yavaş yavaş geçiyor. Kürt sorununda bu kadar “açılım”ın eşiğine gelen bir ülkede, laiklik de artık 1930'ların kafasıyla sürdürülemez. Zaman, özgürlük zamanı...