Özelleştirme İslam'a Aykırı Mıdır?
[11 Mart 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Saadet Partisi önceki hafta sonu tantanalı bir ‘Gençlik Gecesi' düzenledi. İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu'ndaki mitingi baştan sona izledim. Artık iyice yaşlanmış olan Erbakan hocanın Siyonizm ve Milli Görüş arasında süregiden küresel mücadele hakkındaki sözlerini gülümseyerek, partinin yeni lideri Numan Kurtulmuş'un konuşmasını da olumlu izlenimler edinerek dinledim.
Gecenin en ilginç sözlerini ise, kanımca, partinin İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu söyledi. Kendini ‘Müslüman solcu' diye tanımlayan Sayın Bekaroğlu, Türkiye'nin 1996'daki Refahyol iktidarından bu yana gerçekleştirdiği özelleştirmeleri yerden yere vurdu. 28 Şubat'ın gerçek amacının ‘halkın malını özel sermayeye peşkeş çekme' anlamına gelen bu uygulamanın önünü açmak olduğunu bile savundu.
Bu ‘peşkeş çekme' edebiyatının aynına Prof. Dr. Mümtaz Soysal gibi sol Kemalistlerin söyleminde yahut Türkiye Komünist Partisi'nin sağa-sola yapıştırdığı kızıl posterlerde de rastlayabilirsiniz. Saadet Partisi'ni bu meselede onlarla aynı çizgiye getiren şey ise, sanırım, özelleştirmeye ve genel olarak ‘sermaye'ye karşı tutundukları aleyhte tavrın ‘İslami' olduğunu düşünmeleri. Peki durum gerçekten öyle mi?
Önce özelleştirme nedir, onu bir anlamak lazım. Bunun için de ‘halkın malı' edebiyatını aşıp, özelleştirmeye konu olan kamu mülklerinin aslında ‘devletin malı' olduğunu görmek gerek. ‘Halk' ile ‘devlet'in aynı şey olmadığını, hele de Türkiye'de aralarında büyük uçurumlar bulunduğunu ise sanırım hepimiz biliyoruz.
Dolayısıyla bir ‘kamu kuruluşu'nun özelleştirilmesi, onu ‘halkın' elinden çıkarmış olmaz. Yapılan şey, o kuruluşu siyasetçi ve bürokratların keyfi ve verimsiz yönetiminden çıkarmak, rasyonel serbest girişimcilerin kontrolüne vermektir. Bu siyasetçi ve bürokratlardır ki, sırf eş ve dostları, ahbap ve akrabaları, yahut hemşehri ve kafadarları oldukları için nice insanı gereksiz yere işe sokmuş ve kayırmış, yani ‘devletin malı'nı adaletsiz olarak dağıtmışlardır. Zaten nerede fazla ‘devlet malı' varsa, orada yolsuzluk, adam kayırmacılık ve verimsizlik vardır.
Bu, özelleştirmenin rasyonel gerekçesi. İşin İslami yönünde ise, kamu mülkiyetini özel mülkiyete tercih etmeyi gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Aksine, İslam geleneği ilk baştan beri özel mülkiyeti esas kabul edip güvence altına almış, hatta bu sebeple ‘kamu mülkü' kavramı İslam hukukunda fazla gelişmemiştir.
Bugün ‘serbest piyasa' dediğimiz anlayışı tarihte ilk kez geliştiren ve savunan kişi ise 14. yüzyıl İslam düşünürü İbn-i Haldun'dur. Değerli akademisyen Fuat Andıç'ın ‘İbn-i Haldun: Hayatı Ve Düşünceleri Üzerine Denemeler' adlı titiz çalışmasında belirttiği gibi, bu büyük sosyal bilimciye göre devletin sadece iki görevi vardır: Kalem ve kılıç, yani güvenlik ve devlet idaresi. Ekonomi ise serbest girişimcilerin eliyle gelişmeli, devlet bunlara güvence sağlamalı, ağır vergiler yükleyerek iktisadi hayatı ezmekten de şiddetle kaçınmalıdır. İbn-i Haldun, devletin ‘kendisi ticaret ve istihsale (üretime) başlayarak piyasaya müdahale etmesi' durumunda ise iktisadi hayatın durgunlaşacağını ve toplumun fakirleşeceğini anlatır. Hatta ‘rekabete dayanan bir iktisadın işleyişine müdahale eden' bir devletin, o medeniyetin tümden çökmesine sebep olacağı uyarısında bile bulunur.
Ne ilginçtir ki 20. yüzyılın siyasi tarihi İbn-i Haldun'u tümüyle doğrulamış, devlet eliyle kurulan ve yönetilen tüm (sosyalist) ekonomiler gerçekten de çökmüştür.
Bazı Müslümanların tüm bunları görmezden gelip hala çıkmaz sokaklarda kendilerine ve topluma zaman kaybettirmeleri üzücü doğrusu...