Doğru Kararı Kılıç Verdi
[4 Ağustos 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti hakkında “kapatmama” kararı vermesi, kuşkusuz Türkiye demokrasisi için iyi oldu. Ülke, “yargısal darbe”nin eşiğinden döndü, 16 milyon küsur seçmenin iradesi çöpe atılmaktan kurtuldu. Aylardır içinde boğulduğumuz karanlık bir tünelden çıktık, bir “tren kazası”nı atlattık.
Ama karar bence yine de iyi değil. Saygın anayasa hukukçumuz Ergun Özbudun'un da belirttiği gibi, doğru karar, boş ve dayanaksız bir metin olan iddianamenin tümüyle reddiydi. Bu yüzden Anayasa Mahkemesi (AYM) heyeti içindeki tek doğru hükmün, red oyu kullanan başkan Haşim Kılıç tarafından verildiğini düşünüyorum. Kendisini, aynı yönde görüş bildiren raportör Osman Can'la birlikte, tebrik etmek gerek.
Ancak “AK Parti'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” yönünde görüş bildiren diğer on üyenin de aslında belirli bir tutarlılık içinde hareket ettiğini teslim etmek lazım. Çünkü bu on üyenin çoğunun doğru kabul ettiği ve zaten diğer AYM kararlarıyla da hayata geçirilen epey otoriter bir “laiklik tanımı” var. Bu tanımı kıstas alınca, AK Parti'nin bazı görüş ve girişimleri gerçekten de “laikliğe aykırı” sayılabilir. Çünkü AKP, dini özgürlükleri genişletmek isteyen, en azından dindarlara eşit eğitim hakkı vermeye çalışmış bir parti. Ama AYM'nin laiklik tanımı, dini özgürlükleri kısıtlamayı laikliğin bir gereği sayıyor. Mahkemenin ünlü 1989 kararı “laiklik ilkesi toplumun akıl ve bilim dışı düşüncelerle yargılardan uzak kalmasını amaçlar” diyor. Yani, toplumun devlet eliyle sekülerize edilmesi (dini düşünceden uzaklaştırılması) gerektiğini ileri sürüyor.
Aslında bu tanımı kıstas alınca, sadece AK Parti değil, MHP, DTP, BBP gibi diğer siyasi partiler, liberal ve demokrat sivil toplum kuruluşları, hatta Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi “özgür dünya”nın kıstasları da “laikliğe aykırı” olmuş oluyor. Tevekkeli değil söz konusu nev-i şahsına münhasır laiklik tanımını savunan siyasi yorumcular, otoriter rejimler dışında neredeyse tüm dünyayı “düşman” ve “tehdit” olarak görme eğiliminde.
Bir başka deyişle eğer AK Parti gerçekten de “laikliğe aykırı” ise, o zaman sorun bu partide değil, Türkiye'nin eşine sadece otoriter rejimlerde rastlanan tuhaf laiklik anlayışında.
Ama bu anlayışın değişmesi, sadece diğer anlayışı temsil edenlerin seçim zaferleriyle mümkün olmayacak. Son 5 aylık süreçte bunu gördük. Çünkü hem “vesayetçi demokrasi”den vazgeçmeyen bir devlet eliti, hem de onlara “aman, sakın ha vazgeçmeyin” diye bastıran bir toplumsal elit var. Türkiye'nin özgürleşmesi, ancak bu elitlerin iliklerine kadar işlemiş olan önyargı ve korkuların giderilmesi ile mümkün olacak. Özellikle de otoriter laikliğin altında yatan “din fobisi”nin tedavi edilmesi gerekiyor.
Bunun için de ilk gereken şey, siyasette yumuşama. Başbakan Erdoğan'ın hep hatırlatılan o ünlü “balkon konuşması”ndaki havayı topluma yeniden vermesi gerçekten de iyi olur. Dahası hükümetin ekonomi ve Avrupa Birliği gibi AK Parti seçmeni dışındaki kesimlerin de desteğini alacak alanlara odaklanması gerek. Zaten AB'nin Türkiye için en önemli “can simidi” olduğunu bu süreçte bir kez daha gördük. AB yolunda yürürken, Haşim Kılıç'ın mahkeme kararını açıklarken işaret ettiği hukuki reformlar da yapılmalı.
Ancak “din fobisi”ni tedavi etmek, siyaseti çok aşan, büyük ölçüde toplumu ilgilendiren bir iş. Toplumun dindarları ile “laikçileri” arasında diyalog, anlayış ve empati gerekiyor. Zaman, bu adımları atma ve karşılıklı “el uzatma” zamanı.