Türkçe Yazılar

Türk Milliyetçiliğinin Kürtlükle İmtihanı

[Türkiye Günlüğü dergisi Bahar sayısında yayınlandı] Kuzey Irak'ta bir Kürt okuluHer ideoloji tarihin belirli bir durumunda ortaya çıkar ve hem o durumu anlamlandırmaya hem de kendince iyi gördüğü bir yöne doğru çekmeye çalışır. Bu, aynı zamanda, ideolojilerin yeni tarihsel durumlara göre sürekli olarak yeniden yorumlanması gerektiğinin de ifadesidir. Bu yeniden yorumlamayı yapamayan ideoloji, yeni şartlara uygun düşmeyen bazı eski kalıpları savunur hale gelecek, yani “çağın gerisinde” kalacaktır. Bunu söylerken, “çağ ne getirirse ona uymak” gibi bir “konformizm”in doğru olmadığını da hemen belirtmek gerekir. Eğer karşımıza çıkan her olguyu ve görüşü sorgusuz-sualsiz kabul etseydik, o zaman zaten ideolojilere gerek kalmazdı. Bazıları bu konformizmi “pragmatizm” olarak niteleyip başlı başına bir ideoloji haline getirme eğilimindedir. Ancak insanoğlunun sadece dünyaya göre değişmek değil, aynı zamanda dünyayı değiştirmek gibi bir rolü vardır; olmalıdır. Ve de bu yüzden, gerçeklere göre kendini sürekli adapte eden, ancak gerçekliği de kendi değerlerine göre değiştirmeyi hedefleyen ideolojiler elzemdir. Malum, Türk milliyetçiliği bundan yaklaşık 100 yıl önce ortaya çıktı. Ondan önce mevcut değildi; çünkü böyle bir ideolojiye ihtiyaç yoktu. Büyük Osmanlı Devleti, ana unsuru Türkler olmakla birlikte, pek çok dini ve etnik grubu bir arada yaşatan muazzam bir imparatorluktu. Ne zaman bu imparatorluk çözülmeye, etnik unsurlar tek tek ayrılmaya başladılar, Türkler arasında da milliyetçilik fikri doğup gelişti. Bu fikir hiç kuşkusuz Türk milleti için bir kurtarıcı da oldu. Parçalanan imparatorluktan bir milli devlet çıkarabilmek, onu düşman işgalinden kurtardıktan sonra yeniden inşa etmek, milliyetçi ruhla başarıldı. Kuşkusuz bu ruhun içindeki en önemli unsurlardan biri, belki de en önemlisi, İslamiyet'ti. (Bugün bazı “laikçi”ler, iptidai bir tarih revizyonu ile İslam'dan soyutlanmış bir Çanakkale veya Kurtuluş Savaşı mitolojisi yaratmaya çalışıyorlar, ama buna inanmak ancak ileri derecede cahil olmakla mümkün.) Milli Mücadele'nin gerçek ruhu, Yahya Kemal'in 1922'deki dizelerinde ifade bulmuştu: “Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yarabbi... galip et çünkü bu son ordusudur İslam'ın”. O kopan “fırtına” hem “Türk” hem de “İslam” olduğu (ve zaten bu ikisi arasında bir çelişki ve hatta büyük bir farklılık olmadığı için) Osmanlı'nın Misak-ı Milli sınırları içinde kalmış tüm Müslüman unsurları Milli Mücadele'ye canla başla destek oldular. Nitekim Milli Mücadele'nin siyasi söylemi de buna uygundu. Mustafa Kemal Paşa, Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi'ni açtığında, şöyle diyordu:
Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değidir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye'dir, samimi bir mecmuadır... Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-u İslam, bizim kendimiz ve menafii (menfaatleri) tamamiyle müşterek olan vatandaşımızdır.. Yekdiğerine karşı hürmeti mütekabile ile riayetkardırlar. (1)
Osmanlı'dan geriye kalan ikinci büyük “İslam unsuru” olan Kürtler, Milli Meclis'te 70'e yakın vekil ile temsil edildikleri gibi, Milli Mücadele boyunca “İslam'ın son ordusu”nda kahramanca savaştılar. (Zaten I. Dünya Savaşı'nda da Osmanlı ordusuna büyük yararlılıklar göstermişlerdi.) Türkiye savaştan galip çıkıp, İsmet Paşa'nın öncülüğündeki Türk heyeti barış anlaşması imzalamak için Lozan'a gittiğinde de, Kürtler'in destek ve dayanışma duygusu devam etti. Lozan'da İngilizler Kürtler'in “azınlık” olduğu tezinde ısrar edince, Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922'de Meclis kürsüsüne çıkmış ve şöyle demişti:
Avrupalılar diyorlar ki: 'Türkiye'de yaşayan akalliyetlerin (azınlıkların) en büyüğü, en kesretlisi (kalabalığı) Kürtlerdir. Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm. Binaenaleyh bir Kürt mensubu olmak sıfatiyle sizi temin ederim ki Kürtler hiç bir şey istemiyorlar. (Alkışlar) Biz Kürtler vaktiyle Avrupa'nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasıyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki El-cezire Cephesi'nde çarpıştık. (Alkışlar) Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz. (2)
Bir sonraki celsede, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır, Van milletvekillerinin hepsinin altına imza attıkları ortak metinde şöyle deniyordu: "Türk, Kürt bir kütle-i vahidedir. Kürtler, hiç bir vakit Türkiye camiasından ayrılamaz ve bunu ayırmak için hiç bir kuvvetin tesiri yoktur... Kürtlerin her vakit Türklerle beraber vatan uğrunda daima ölmüş ve ölmeye hazır oldukları cümlenin malumudur." (3) Elbette o zamandan bu yana köprünün altından çok sular aktı. Bugün “Türk, Kürt bir kütle-i vahidedir” ilkesine inanan ve bunu yürekten savunan Kürt vatandaşlarımız olduğu gibi, Kürt milliyetçiliğine kapılmış, Türkiye'ye ve Türk bayrağına tümüyle yabancı olan, hatta husumet besleyen Kürtler de var. Bu ikinci grubun arasında taban bulan terör örgütü PKK'nın akıttığı kanı ise hepimiz içimiz sızlayarak biliyoruz. Peki ama ne oldu da 80 yıl önce “kütle-i vahide” olan Türkler ve Kürtlerin - hepsinin değil, bazılarının - arasına böylesi bir ayrılık girdi? Bazı Türk milliyetçileri bu soruya “emperyalistlerin kışkırtması” ve “bazı Kürtlerin satılmışlığı” ile kestirme bir cevap verir. Ancak biraz sosyal bilim mürekkebi yalamış herkes bu gibi cevapların fazlaca yüzeysel olduğunu bilir. Nitekim meselenin 80 yıllık tarihine baktığımızda da, meselenin sorumluluğunun sadece “emperyalistler”de yahut “Kürt tarafında” değil, aynı zamanda “Türk tarafında” da olduğu görülmektedir. (Bu “Türk tarafı” ise, aslında Türk siyasetinin ve toplumunun tümü değil; aksine bu ikisini ipotek altında tutan veya tutmaya çalışan oligarşik zümredir. Bu zümre, yapay bir “ulusçuluk” vizyonunu onyıllardır millete zorla dayatmış, 1925'te Terakkiperver Fırka'yı 1960'da Demokrat Parti'yi haksız yere kapatmış, demokratik siyaseti sürekli baltalamıştır. Halen de insan haklarını hiçe sayarak başörtüsünü yasaklayıp tüm dindarları “mürteci” diye aşağılamaktadır.) Söz konusu oligarşik zümre “Türk milliyetçiliği” kavramını sahiplenmeye pek eğilimlidir. Oysa onların anladığı manada bir Türk milliyetçiliği, Türkiye tarihindeki farklı milliyetçilik akımlarının yalnızca birisine denk düşer. Bu, felsefi ilhamlarını Fransız Aydınlanması ve 19. yüzyıl materyalizminden alan, İslam'ı “terakkiye mani” gören ve dolayısıyla da “İslam'a rağmen” bir Türklük inşa etmek isteyen, bu sebeple Osmanlı Devleti'ni kötüleyip İslam-öncesi Orta Asya Türklüğü'nü ön plana çıkaran, dahası tüm bu yapay vizyonunu devlet zoruyla topluma benimsetebileceğini zanneden ideolojidir. Öte yanda ise, İslamiyet'le, Osmanlı geleneğiyle barışık, dahası bunlardan güç ve ilham alan, “devlet iktidarı”na değil de “milli hakimiyet”e inanan bir milliyetçi gelerek vardır. Ziya Gökalp'in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” ilkeleri, buna denk düşer. Daha sonraki dönemde Erol Güngör, Osman Turan gibi milliyetçi mütefekkirlerin ortaya koyduğu çizgi de budur. “Kürt Sorunu Yeniden Düşünmek” adlı kitabımda (Doğan Kitap, 2006) söz konusu iki farklı milliyetçilik anlayışının Kürt sorununa daha 1920'lerin başında nasıl farklı yaklaştığını incelemiştim. Bir tarafta “Kürtler'i sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir, Türkler'i sevmeyen bir Kürt varsa, Kürt değildir” diyen ve Kürtlerin Türkiye geneline entegrasyonu için sosyolojik yöntemler düşünen Ziya Gökalp vardı. Diğer yanda ise, “Kürt denilen bu adamlara Türk olduklarını bildirmek, öğretmek lazım” diyen Rıza Nur... Cumhuriyet kurulduktan sonra Ziya Gökalp'in vizyonu, en iyi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nda yankı buldu. Partinin liderliğini üstlenen Kurtuluş Savaşı kahramanı Kazım Karabekir Paşa, Kürtlerin ülkeye entegrasyonunu hedefleyen bir proje geliştirmiş, bölgede tarımı teşvik etmek, eğitimi yaygınlaştırmak ve “İslam kardeşliği” ruhunu canlı tutmak gerektiğini savunmuştu. Ancak, malum, “Takrir-i Sükun Kanunu” denen despotizm manzumesi ile Karabekir'in partisi kapatıldığı gibi kendisi de ev hapsine mahkum edildi. Türkiye'nin Kürt sorunu ise, “Vazifemiz bu vatan içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır, Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız” diyen Başvekil İsmet İnönü'ye ve onun gibi düşünenlere kaldı... Bu “vizyon”, daha 3-5 bir kaç yıl öncesinde “Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik” diyen Kürtleri de, o zamana kadar çok marjinal bir akım olan Kürt milliyetçiliğinin kucağına itti. Kürtler, Milli Mücadele sırasında kendilerine “anasır-ı İslamiye” diye kucak açan ve “hürmetkarlık”tan söz eden Ankara'nın, birden bire 180 derece dönerek “hepiniz Türksünüz, kabul edin” diye bastırması üzerine, tepki gösterdiler. Tepki büyüdü ve isyanlar, ayaklanmalar ve kalıcı husumetler doğurdu. Türkiye'nin Kürt politikası İnönü'nün 1925'te telaffuz ettiği “Türk yapma” politikasına göre şekillendi. 20'li ve 30'lu yıllarda ard arda gelen Kürt isyanları sert yöntemlerle bastırıldı. Ondan sonraki dönemde ise mesele sadece görünüşte de olsa uykuya yatttı. Türkiye'nin Jakoben olmayan milliyetçileri ise, gayet anlaşılabilir bir şekilde, Jakobenlerin ürettiği “bu vatanda yaşayan herkes Türktür” ilkesini benimsedi. (Buradaki “Türklük”, sadece anayasal vatandaşlık değil, etnik kimliği de ifade ediyordu.) Örneğin MHP'nin merhum lideri Alpaslan Türkeş, şöyle diyordu:
Bugün Anadolu'muzun doğusunda yaşayan ve Kürtçe denen sun'i, sonradan meydana gelmiş bir dille konuşan bu insanlarımız eğer ayrı bir soy, ayrı bir millet olsaydı o zaman bölge insanlarının Türk'ü temsil edecek, idare edecek kademelere gelmemeleri için mücadele ederdik. Şiddetle karşı çıkardık. Devletimizin, milletimizin geleceği için, Türk'ün gururu, haysiyeti için bu mücadeleyi verirdik. Niçin yapmadık? Çünkü bu insanlarımız su katılmadık Türk'tür. Her Türk gibi kaymakam, vali, bakan ve hatta Cumhurbaşkanı olma hakları vardır. (4)
Bu yorum, Türkiye'de Kürtlere herhangi bir ayrımcılık yapılmadığını ve yapılmaması gerektiğini belirtmesi bakımından elbette olumluydu. Ama dikkat edilirse, ayrımcılığın reddi, Kürtlerin "su katılmamış Türk" oldukları varsayımına dayanıyordu, “vatandaşlık” kavramına değil... Peki ama Kürtler böyle düşünmüyorlarsa? Kendilerini "su katılmamış" yani etnik yönden saf Türkler olarak değil de, Türkiye Cumhuriyeti'nin etnik yönden Kürt olan vatandaşları olarak tanımlıyorlarsa? Bu durumda Türkeş'in ifade ettiği kucaklayıcılık nasıl gerçekleşecekti? Günümüzde Kürt sorununun geleceğini belirleyecek kritik sorulardan biri budur. Türkiye'de kendilerini etnik olarak Kürt kabul eden, bunu ifade eden, buna saygı gösterilmesini isteyen milyonlarca vatandaşımız vardır ve artık onlara “aslında Türk oldukları” vaz etmenin devri geçmiştir. Yazının başında ideolojilerin ortaya çıkan yeni şartlara göre kendilerini adapte etmeleri gerektiğinden söz etmekle, buraya işaret etmek istemiştim. Bu yeni durum karşısında, milliyetçi kesimin önemli kaynak yetersizliği içinde olduğu dikkati çekmektedir. Çünkü Türkiye'de milliyetçi düşüncenin büyük ve saygın isimleri olan Fuat Köprülü, Remzi Oğuz Arık, Cahit Okurer, Mümtaz Turhan ve Erol Göngür gibi bilim ve düşünce adamlarının hepsi, "Kürt sorunu"nun konuşulmadığı, gündemde olmadığı, başka konuların tartışıldığı dönemlerde yaşamış ve fikir üretmişlerdi. Bunun tek istisnası, sayılan isimlerin hemen hepsinin "üstadı" durumunda olan Ziya Gökalp'ti, o da 1924'de vefat etti. Bir kaç sene sonra da "Kürt" kelimesinin Türkiye'nin toplumsal ve zihinsel sözlüğünden silindi. Kürt sorunu, o dönemden ancak 70 yıl kadar sonra, yani 90'lı yıllarda yeniden konuşulur hale geldi. Ve bugün de ülkenin en büyük sorunu olarak karşımıza çıktı. Dolayısıyla artık Türk milliyetçilerinin de bu konu üzerinde yeni perspektifler geliştirmesi gerekiyor. Bu konuda “ezber bozan” ve meseleyi yeni açılımlarla ele alan milliyetçi entelektüellerimiz de var kuşkusuz. Nevzat Kösoğlu, Mustafa Çalık gibi milliyetçi düşünürler, Mümtaz'er Türköne ve Vedat Bilgin gibi akademisyenler, kitabımda da belirttiğim gibi, Kürt sorunu hakkında önemli görüşler geliştiriyorlar. Örneğin, Mustafa Çalık'ın, Türkçülük ve Kürtçülük'ün birbirini kışkırtan iki uç olduğunu tespit edişi, son derece isabetli. Şöyle diyor Çalık:
Etnik Türklük telakkisine dayanan milliyetçilik anlayışı, Türkler'den çok Türkiye ve Türklüğün felaketi için uğraşanların işine yarar. Nitekim bugüne kadar da öyle olmuştur. (Siyasetin tatil edildiği 12 Eylül idaresi döneminde Mehdi Zana ve daha bir çok ayrılıkçı unsurun belli başlı faaliyeti, Nihal Atsız'ın Türklük ve Kürtlük tarifleri verdiği yazı ve şiirlerini Doğu ve Güney-Doğuyu baştan başa dolayarak adeta kapı kapı dağıtmaktı.) (5)
İşte söz konusu “etnik Türklük telakkisine dayanan milliyetçilik anlayışı”nın aşılmasına, aşağıdaki ilkelerin yardımcı olabileceğini düşünüyorum: 1) Kimliğe saygı: Bugün Türkiye'de kendisini “Kürt” olarak tanımlayan vatandaşların büyük bölümü, Türkiye'den kopup ayrı bir devlet kurma peşinde değil. Ancak kendi kimliğinin tanınmasını, dilini serbestçe kullanmayı, kültürü yaşatmayı ve çocuklarını öğretmeyi istiyor. “Kürt” kelimesini ağzına bile almayan bir “devlet jargonu” yerine, kendilerini kucaklayan, Türk-Kürt kardeşliği ve birlikteliğini vurgulayan bir mesaj duymak istiyor. Bu beklenen saygı, mutlaka gösterilmeli. 2) Ortak tarihe saygı: Kürtler, bazı Kürt milliyetçilerinin iddia ettikleri gibi “Mezopotamya'nın en eski halkı, matematiğin mucidi” değilse de, bazı Türkçülerin iddia ettiği gibi tarihte hiç bir yeri olmayan bir “aşiretler topluluğu” da değil. Dahası, Türklerle birlikte geçirdikleri 1000 yıllık bir ortak tarih, 500 yıllık bir Osmanlı kardeşliği var. (Yaşar Kemal'in dediği gibi, “Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur” sözü tümüyle yanlış.) Bu ortak tarihin keşfedilmesi, anılması ve karşılıklı saygı ve sevgiyi pekiştirecek şekilde paylaşılması gerek. (Ne yazık ki bazı Türkçüler, Kürtleri kötülemek için “tarih boyunca Kürt ihaneti” yalanları uyduruyorlar; buna prim verilmemeli.) 3) Dine saygı: Türkiye'nin Güneydoğusu'nda son 15 yılda hangi siyasi partilerin yüksek oranda oy aldığına bakılırsa, bir tarafta PKK eksenli “Kürt partileri”, diğer yanda ise önce Refah Partisi ardından da AK Parti'nin geldiği görülür. Bu, bölgedeki “muhafazakar taban”ın ve dolayısıyla muhafazakar değerlerin siyasete yansımasıdır. İslam, tüm “sekülerleşme” sürecine rağmen, hala Kürtler arasında etnik milliyetçiliği frenleyen en önemli güçtür. Nitekim bu nedenle Mehdi Zana gibi Kürt milliyetçileri İslam'dan rahatsızlar ve “Kürtlerin asıl dini Zerdüştlüktür” gibi çıkışlar yapıyorlar. Zana'nın aynaki akisleri olan Şamanizm meraklısı Türkçüler ve dahası İslam'ın toplumdaki varlığını bir tehdit olarak algılayan aşırı laik Jakobenler, Kürt sorununa sadece daha fazla zarar verebilirler. Bunlardan tümüyle sıyrılmış, İslamiyet'e saygılı bir zihniyet ve dil gereklidir. 4) Demokrasi ve özgürlüklere destek: Günümüzün yükselen değerleri arasında kuşkusuz demokratikleşme ve bireysel özgürlüklerin genişlemesi geliyor. Bu, Türkiye'nin zaten hemen her kesimi için gerekli olduğu gibi, Kürtler için de elzem. (Kürt vatandaşların çoğunun Avrupa Birliği sürecine büyük destek çıkması, onların demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi yönündeki talebinin bir ifadesi.) AB sürecini Türkiye'ye yönelik haksızlıklar (örneğin “Ermeni Soykırımı” dayatması veya Kuzey Kıbrıs'ın izolasyonunun sürmesi) açısından eleştirmek ve dahası bu sürece karşı çıkmak elbette mümkündür. Ama bu karşı çıkışın, demokrasiye ve özgürlüklere yönelik bir engellemeye dönüşmemesi gerekir. (Malum, bazıları asıl demokrasiye ve özgürlüklere olan düşmanlıkları nedeniyle AB sürecine karşılar; 100 yıldır “Batılılaşma” diye diye “oligarşi” kuranların, aniden “Batı düşmanı” kesilmesi bir tesadüf değil.) Tüm bunlar yapılırken Kürtlerden istenecek şey ise, kendi kimliklerini ifade ederken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını gönülden kabul edip benimsemeleri ve Türkiye'nin toprak bütünlüğüne, bayrağına, temel ulusal sembollerine sahip çıkarak, yüzyıllardır Türklerle yaptıkları kader birliğini sürdürerek, bu ülkede barış ve huzur içinde yaşamak için güçlü bir irade göstermeleridir. Tabii Kürtler arasında bunu başarma iradesi ne kadar güçlü, etnik milliyetçilik duygusu ne kadar kontrol edilebilir, bu da ayrı bir soru. Bir başka deyişle Türk milliyetçilerinin yukarıda belirtilen açılımları gerçekleştirmeleri sorunun çözümü için yeterli olmayabilir. Ama en azından “günah” onlardan gitmiş olur. NOTLAR: 1) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. 1 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, (1985) Ankara: TTK, s. 73 2) Türk Parlamento Tarihi, Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem, 1919-1923, II. Cilt, Türkiye Büyük Millet Meclisi Yayınları, Ankara, 1995, s. 343 3) Türk Parlamento Tarihi, Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem, 1919-1923, II. Cilt, s. 363 4) Tanıl Bora ve Murat Gültekingil ed. Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik , cilt 4 (İstanbul: İletişim, 2002), s. 687 5) Mustafa Çalık, “Hangi Milliyetçilikle Nereye Kadar?”, Türkiye Günlüğü, sayı 80, Bahar 2005, s. 126 134)
All for Joomla All for Webmasters