Dış Mihrak Değil, İç Faşizm Var
[25 Ocak 2007 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı. Aynı konuda farklı içerikli İngilizce makale için, bkz. Meet The Monster: Turkish Fascism]
Hrant Dink'in alçakça vurulmuş cansız bedeni daha yerde yatıyordu ki, ülkemizin bazı kanaat önderleri bu işin arkasındaki “dış mihraklar” hakkında teoriler üretmeye başladılar. Bu cinayetin Ermeni lobisine yaracağı, dış dünyada “Türkiye'nin imajını bozacağı” uyarılarını sıralayıp, ardından da “bu işin ardındaki yabancı istihbarat örgütleri”ne dair atıp-tutmaya giriştiler.
Gelgelelim katil 32 saat sonra yakalandı. Ailesinin deyimiyle “öz be öz Türk” olduğu, bu vahşeti “Türk kanı”na olan sevgisinden dolayı işlediği, zaten kendisini ideolojik ve finansal yönden yetiştiren “abileri”nin bu gibi işlerde gayet tecrübeli ve kıdemli “milliyetçi” militanlar olduğu ortaya çıktı. Ama hayır, komplo-sever kanaat önderlerimizi bu da ikna etmedi. Hala “bu işten kim çıkar sağladı” diye sorup, “ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar” serisine yeni bir tanesinin eklendiğini söyleyip duruyorlar.
Oysa “bu işten kim çıkar sağladı” sorusu, hiç de öyle zekice bir analiz yöntemi değildir. Bir ülkeye ve onun insanlarına zarar veren işler, hep “dış mihraklardan” kaynaklanmaz. Aksine, çoğu zaman içerdeki zalimler, despotlar ve psikopatlardan gelir. Hitler Almanya'ya, Mussolini de İtalya'ya felaketler getirdi. Ku Klux Klan siyah derili Amerikalıları öldürdü, neo-Naziler azınlıklara musallat oldu. Bütün bunların hepsi “yerli malı”ydılar.
Artık dürüstçe görmemiz gerekiyor ki Türkiye'nin de gayet yerli malı bir faşizm problemi var.
Evet, kibarlık olsun diye sözü yumuşatmaya hiç gerek yok; problemin adı faşizm. “Millet” kavramını bir fetiş haline getiren, başka tüm milletlere ve dahası kendi milleti içindeki azınlıklara düşman olan, devletin kutsallığına inanan, kaba kuvvete hayran olan insanlara siyaset literatüründe “faşist” denir.
Bunun Türkiye'de ortaya çıkmış olduğunu itiraf etmek de, bizler için bir zûl değildir. Çünkü modern çağın bir virüsü olan faşizm, uygun şartları bulduğunda hemen her toplumda ortaya çıkar. Malum, II. Dünya Savaşı öncesi dönemde Avrupa'da çok popülerdi. Ama dünya, faşizmin ne korkunç bir şey olduğunu savaş sırasında gördüğü için, sonraki dönemde bu konuda haklı bir hassasiyet geliştirdi.
II. Dünya Savaşı'ndan kazasız-belasız çıkan, ama bu yüzden “temiz sayfa” açamayan Türkiye'de ise, 1930'larda özümsenmiş olan kimi faşizan söylemler varlığını sürdürdü. “Türk'ün Türk'ten başka dostu yok” saçmalığı, Araplar hakkında uydurulan “bizi arkadan vurdular” yalanıyla, tüm bir Batı dünyası için üretilen “emperyalizm” şablonuyla körüklendi. Milli birliğin ekonomik ve sosyal entegrasyonla değil, “dış düşmanlar” korkusu, Sevr paranoyası, lider kültü ve devlet fetişizmi ile sağlanacağı inancı korundu.
İşte topluma sürekli pompalanan bu özgürlük-karşıtı zihniyet, sokak faşizminin altında yatan buzdağını oluşturuyor. “Vatan elden gidiyor, misyonerler cirit atıyor, yabancı şirketler her yeri ele geçirdi, Kıbrıs satılıyor, Amerika bizi işgal edecek, Ermeniler toprak alacak, şeriat geliyor, gayrı milli zihniyet Çankaya'ya çıkacak” gibi paranoyalarla toplumu sistemli olarak tahrik edenler; işte faşizmin azmettiricileri onlar.
Bu tabloya bakanlar, üstüne bir de faşizmin geleneksel karşıtı zannedilen “sol”un ülkemizde çok zayıf olduğu, hele de “sol parti” sayılan CHP'nin aslında gayet “aşırı sağcı” davrandığı gerçeğini görünce, umutsuzluğa kapılıyorlar.
Oysa ümitvar olmak için iki önemli neden var. Birincisi, aslında özgürlüğün yolu zaten “sol”da değil liberalizmdedir. İkincisi, yakın zamana kadar Türkiye'de hep bir “entelektüel hareketi” olarak kalan, kitlelere inemeyen liberalizm, son yıllarda bir taraftan “orta sınıf”ın gelişmesiyle, diğer yandan da muhafazakar kesimin liberal değerleri benimsemesi sayesinde taban tutuyor. Yerli faşizm tarafından uzun zamandır “yedekte” tutulan, son dönemde de “misyoner paranoyası” ile tahkim edilmeye çalışılan muhafazakarlar, modern demokrasilerin, onyıllardır kendilerini ezen “modernist despotizm”den çok daha iyi olduğunu gördükçe, giderek daha fazla birincisini tercih ediyor.
İşte bu nedenle, sözkonusu liberalizm-muhafazakarlık sentezinin siyasi adresini oluşturan AK Parti'nin üzerindeki tarihsel sorumluluk büyük. Başbakan Erdoğan'ın Dink cinayetini lanetlerken “Türkiye'nin içe kapanmayacağı” ve “özgürlük mücadelesi”nin süreceğini söylemesi yerindeydi. Evet, istikamet dışa açılma ve özgürleşme yönüne olmalı. Merhum Hrant Dink'in kanı, ancak o yolda yüründüğünde yerde kalmamış olur.