"Değer bildiren dini geleneklerin toplumsal yaşamdan dışlanması, 'iyi devlet' veya 'adaletli devlet' gibi kavramları anlamsız hale getirir, çünkü bu durumda devletten başka bir iyilik veya adalet ölçüsü kalmamıştır." (The Naked Public Square, s. 159)İşte Türkiye'nin "laikçiler"i bu sorundan muzdaripler. Kendilerini adadıkları, "varlıklarını varlığına armağan ettikleri" tek otorite Devlet olduğu için, onun geçmişten kalan her türlü otoriter alışkanlığına sahip çıkıyor, hatta daha da fazlasını istiyorlar. Osmanlı İmparatorluğu gibi demokratik olmayan bir devlette bile Sultan'a "mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var" dedirten değerlerden yoksun oldukları için, Devlet'e eleştirel bakmayı hayal bile edemiyorlar. Ancak elbette seküler insanların hepsi söz konusu laikçi/devletçiler gibi değil. Aksine, pek çok seküler vatandaş da "evrensel" sayılan ve günümüzde Avrupa Birliği'nde ifade bulunan değerleri sahiplenerek Devlet'i sorguluyor. Zaten bu nedenle de bugün Türkiye'de Devlet'in otoriterizmlerini evrensel değerlerle eleştiren "liberaller" ile dini değerlerle eleştiren "muhafazakarlar" arasında zımni bir ittifak var. Bunun ise bozulmaması gerek. Aksi takdirde Türkiye'nin demokrasi yürüşü, Weimar Cumhuriyeti'ninki kadar trajik olmasa da, başarısız bir deneme olarak tarihe geçebilir...
Laikçilerin Faşizanlaşması Sürpriz Değil
[29 Eylül 2006 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı]
"Laikçiler ırkçılığa kayıyor." Ekonomi profesörü Eser Karakaş'ın 23 Eylül tarihli Referans gazetesinde yayınlanan yazısının başlığı buydu. Prof. Karakaş, CHP'nin Türk vatandaşlığını "ırk esasına göre" tanımlamaya yönelik girişimlerine işaret ederek, "Türkiye, büyük bir hızla ırkçılığa dayalı bir anlayışın pençesine kayıyor" diyor ve şöyle ekliyordu; "hem de kendini ilerici, modern, Atatürkçü, çağdaş diye tanımlayan bir kesimin itelemesi ile."
Söz konusu "ilerici kesim"den bazı grupların düşünce özgürlüğüne vurulan bir pranga niteliğindeki 301. maddeyi de cansiperane savunduklarını, Elif Şafak gibi düzeyli yazarlara karşı gayet düzeysiz saldırılar düzenlediklerini de biliyoruz. Yani sadece ırkçılığa değil, onunla hep atbaşı giden faşizanlığa da eğilimliler.
Bu kuşkusuz ilginç bir durum. Ama aslında pek de şaşırtıcı değil. Çünkü sözkonusu "laikçi" kesimin dünya görüşü, aslında ırkçılığın ve faşizmin yeşermesine gayet uygun bir zemin oluşturuyor.
Laiklik, Laikçilik
Belki öncelikle "laikçilik"in anlamını açmak gerek. Bu kavram, aslında Türkiye Cumhuriyeti devletinin laik kimliğinin korunmasından yana olmak anlamına gelmiyor. (Kendini dindar olarak tanımlayan pek çok vatandaş da laikliğin devamından yana.) "Laikçiler", dini sadece devletten değil aynı zamanda toplumdan da soyutlamak isteyenler. Toplumsal yaşamda Allah'ı ve dini hatırlatır hiç bir şeyin gözükmemesi, söylenmemesi, anılmamasından yana olanlar. Aslında belki bunlara "sekülerist" demek daha doğru, ama Prof. Karakaş'ın tanımına sadık kalıp "laikçiler" demeye devam edelim.
Türkiye'de siyasi kavramlar havada uçuştuğu için "laikçiler" kendi ideolojik/felsefi görüşlerini laik devlet ilkesinin bir gereği gibi gösteriyorlar. Bu kavramsal el-çabukluğu-marifetle, aslında "devleti dinden, dini de devletten korumak" anlamına gelen laikliği, "devlet eliyle dine baskı yapmak" şeklinde uygulatmaya çalışıyorlar.
Weimar'dan Naziler'e
Şimdi asıl gelelim "laikçilik" ile faşizm ve ırkçılık arasındaki ilişkiye.
Malum, 20. yüzyılda faşizmi ve ırkçılığı en radikal biçimde hayata geçiren proje, Nazi Almanyası'dır. Naziler'in yükselişini inceleyen pek çok tarihçinin cevap aradığı soru ise, 1920'li yıllarda gayet "ilerici" bir toplum olan Almanya'nın nasıl olup da kısa zamanda Nazizm gibi bir cinnete kapılabildiğidir.
Bu sorunun Almanya'nın geçirdiği sosyo-ekonomik buhran, I. Dünya Savaşı'ndaki ağır yenilgi gibi farklı cevapları vardır. Ancak kendisi de bir Alman Yahudisi olup Naziler'in yükselişi üzerine ABD'ye göç eden ve Chicago Üniversitesi'nde uzun yıllar ders veren siyaset bilimci Leo Strauss, bir başka faktörün daha altını çizer: Strauss'a göre Naziler'in yükselişinin önemli bir nedeni, selefleri olan Weimar Cumhuriyeti'nde Alman toplumunun çok hızlı bir sekülerizasyon, yani dinden uzaklaşma süreci yaşamasıdır. Hıristiyan değerleri hızla erimiş, bu ise, Tanrı'nın yerine "devlet"i ve "Ari ırk"ı yerleştiren "Nazi kamusal dini"nin yolunu açmıştır.
Bu nedenledir ki Strauss, kendisi bir ateist olmasına karşın, sağlıklı bir demokrasi için geleneksel dini değerlerin çok gerekli olduğunu, bu değerlerin ortadan kalktığı durumlarda insanların radikal totaliter projelere kolayca kapılabileceklerini savunmuştur.
Devlet Tek Ölçü Olunca
Strauss'un sözünü ettiği tehlikenin yaşama geçmesi için mutlaka Nazi Almanyası gibi marjinal örneklere gerek yoktur. Amerikalı Katolik entelektüel Richard John Neuhaus, "Çıplak Kamusal Alan" adlı kitabında, geleneksel dini değerlerin eridiği bir toplumda devletin kolayca otoriterleşebileceğini anlatır. Çünkü toplum, devletin koyduğu ilke ve kurallardan bağımsız olarak kendine ait değerlere sahip olmazsa, devleti denetleme yeteneğini yitirir. Neuhaus'un ifadesiyle: